Cengiz İlhan / Karşıyaka Çocuğu / 1
Isparozlar
O ısparozlar şimdi nerede? İskeleden başlıyor, sahilden deniz banyolarına (şimdi ksk yelken tesislerinin bulunduğu yer) hatta daha ileri Gazhane‘ye (şimdi ki yunuslar) kadar yürüyorum.
Tek bir isparoz pırıltısı bile yok! Karşıyaka sahili Konak veya Alsancak, Karataş ya da Güzelyalı veya Göztepe, nereye gidersen git, İzmir tarafından farklıdır; deniz oralarda olduğu gibi derin değildir, sığdır, eskiden daha da sığdı. Sahilde, denizde, midye bağlamış taşlara, ayağa dolanan yosunlara aldırış etmeden, yalınayak yürümek artık mümkün değil.
Isparozlar da yok!
O isparozlar nereye gittiler! İsparozlar körfezin yerlileri, temel sakinleriydi. Haziran başlarından kasımlara (o zamanında deyimiyle teşrinlere) kadar, Karşıyaka sahil yaşamının, belki göz alıcı değil ama vazgeçilmez renklerinden birisi muhakkak isparozlardı.
Özellikle sabahları deniz yosunlarının, otlarının arasında, şüphesiz mutluluktan sık sık yan döner, güneş parıltılarıyla göz kırpar, eğer yalnızsanız, bir bakıma yolunuzda size arkadaşlık ederlerdi. Hiçbir oltayı, hele bizim gibi balık tutmaya hevesli Karşıyaka çocuklarının oltasını geri çevirdikleri görülmemiştir. İkincisinde değilse en fazla üçüncü atışınızda, fazla bekletmeden oltanıza muhakkak birisi takılır, size “bir balık tutmuş olma” mutluluğunu tattırırdı. Karşıyaka’da ısparoz tutmuş olmak, bir sepet dolusu da olsa, bir olta balıkçısı için hiçbir zaman başarı kabul edilmemiştir.
Annemin yüz buruşturmasını hala hatırlıyorum; başını çevirir, arkamdan gelen kedileri gösterirdi. Ama ısparoz yansımaları olmayan bir Karşıyaka sahili de düşünülemezdi. Bütün sahili tekrar tekrar dolaşıyor, derinliklerden bir ısparoz parıltısı, bir yansıma görebilmek için dikkatle bakıyorum.

Peki nereye gittiler, daha doğrusu neden geri gelmediler?
Körfez deyince ilk akla gelen elbette, çipuradır. Lidaki, lida ve çipura, bunlar küçükten büyüğe çipuranın isimleridir. Şimdilerde satılan standart çiftlik çipurası, o zamanın ölçülerine göre ancak lida olabilirdi. Çipura daha da büyük, daha da iridir, avlanmak için kayıkla kıyıdan en az 50-60 metre açılmanız ya da Papaz (Bostanlı) açıklarına gitmeniz lazımdır. Yem olarak mamun kullanmanız ve oltanıza zoka takmanız şarttır. Sahilden oltayla, ne kadar uzağa atarsanız atın, daha çok lidaki, seyrek de olsa lida tutabilirdiniz.
Yeminiz midye ama asıl sülünestir. Deniz durgun havalarda, lidakilerin oltanızın etrafında dolaşmasını, birisinin yemi kapıp kaçırmasını izleyebilecek kadar berrak ve sığdır.
Görerek balık avlamak!
Çipura, isparos gibi ot balığı değildir; denizde yosunluklarda, otluklarda değil kumluk yerlerde yaşar. Dilsiz mektebinin karşısı, yani nikah dairesinin girişine göre solu, Karşıyaka tarafı kumluk sığ bir alandı, küçük bir plaj, deniz diz kapaklarımıza kadar bile yükselmiyordu.
Mayolu olmadığımız zamanlarda, denize pantolonlarımızın paçasını sıvar öyle girer, dolaşırdık. Önümüzden hızla kefal sürüleri geçerdi, denizanalarından sakınır, avuçlarımızı açarak suya daldırır, hareketsiz durarak hamsilerin gelmesini beklerdik. Sık sık rastlanan olay, kumda gizlenmiş dil balığının üzerine basmaktı. Ayağımızı kaldırmadan üstünde tutarak balığı yakalamak, hiçbirimizin uygulayamadığı ortak bir karardı.
Kendinizi önceden ne kadar hazırlamış, ne kadar kararlı olursanız olun, dil balığının çırpınışından irkilir, ayağınızı ani bir hareketle kaldırır, balığı yine kim bilir kaçıncı defa kaçırırdınız.
Öncelikle işimiz sülünes çıkarmaktı. Bu hayvan denizde, kendisini kuma diklemesine gömerek yaşıyordu. Yapısı da buna uygundu, kısa ve kalın bir kaleme benzerdi. (Bayraklı Mersinli önlerinde kumlu deniz dibine tel çubuklar batırarak çıkarılan “Sulina’nın dolmasını pek severdim. Bir parmak uzunluğunda 2 sarımtırak kabuklu bir yaratığa benzerdi, şimdiki viski bardaklarında az uzununa Sulina derlerdi”)

Varlığı ancak uzman gözlerin seçebileceği kumda bitişik iki küçük delikten anlaşılırdı. İki yakalama yönteminden birincisi, bizim yaptığımız parmak yöntemi, işaret parmağınızı bitişik iki deliğin bir yanından baş parmağınızı diğer yönünden kuma sokup birleştirerek yakalamaya çalışmak; diğeri ise balıkçıların kullandığı geriye dönüşü ok biçimi dökme kurşunla kapatılmış uzun ve düzgün bir teli, sülüneslerin deliğinden içeri sokarak yakalamaktı.
Yeterli miktarda çıkardıktan sonra kumsalda daha da ilerler, oltalarımızı ileriye, lidakilerin, lidaların bulunduğu yerlere doğru atardık. Balık tutulmuş olsun olmasın yemin değiştirilmesi bir başka sorundu; oltanın toplanması, hele imbat sertse, rüzgarda savrulup dolaşan misinanızı bir düzene koymanız çok zorlaşırdı. Küçük balık sepetlerimizi, pantolon kayışının yardımıyla önümüze bağlamak, oltaları bu sepetlerin üzerinde düzenli bir şekilde toplamaya çalışmak bulabildiğimiz tek çareydi.
O lidaki avcısı çocuklar nereye gittiler, o sülünesler nerede!
Kayıkları olmayan bir Karşıyaka, özellikle yazları düşünülemezdi. Deniz banyosu olanların (soyunma ve denize girmek için kapalı alanları da bulunan bazı yalılların önündeki özel iskeleler) kayıkları, eğer varsa motorları, bu banyolara bağlanırdı. Ama daha çok iskelenin iki yanında kümelenmişlerdi. Karşıyaka beylerinin yaz eğlencelerinden biri, hatta önde gelenide bu kayıklardı.
Akşamüzeri, öyle uykularından sonra toplanıp körfeze açılıyor, tuttukları çipuraları hemen orada temizleyip ızgara yapıyor, gruba karşı rakı içerek sohbet ediyorlardı. Çok defa da, mehtaplı yaz geceleri zamanın gençleri sahile yakın yerlerde kayık gezintisi yapar, dönemin moda çalgısı akordeon çalarak şarkı söyler, eğlenirlerdi.
Özellikle yaz akşamları yapılan kayıt gezintileri yeniden yaşadım. 10-15 arkadaş içimizde saz çalanlarla, güzel seslilerle iki büyük kayık tutardık. Bunları birbirine yandan bağlardık, hafif kürek vuruşları ile her iki kayığın birer yanından sulara dokunarak ya Kışla önünden ya Bahri babadan yola çıkar, yavaş yavaş, kıyıyı uzakta bırakmayarak Kokaryalıya (şimdiki adıyla Güzelyalı) ve daha yukarıya kadar giderdik.
Kayıklar yiyecekle, içecekle de dolu olurdu. Bir bahçede durulur; içilir, yenilir, çalınıp söylenir ve özellikle üzüntüden, art niyetten arınmış birkaç saat yaşanarak bol bol gülünürdü.
Böylelikle gelecek gezintiye kadar sürecek bir ruh dinlenmesi toplanarak gece geç vakit, ertesi sabahki yaşayışın gürültülü ortamına atılmak üzere geri dönülürdü.
Hemen her gün körfeze açılıp balık tutanlardan babamın yakın arkadaşı bir amca vardı. Sahilden bütün gücümle bağırıyor, yine de duyuramıyordum. Körfezde kayıkla balık avlamak bir çocukluk özlemiydi, yalnız benim mi? Hepimizin. Belki ısrarlarıma dayanamadı, şüphesiz beni kırmak da istemedi, bir defa körfez’de kayıkla balığa çıktım.
Kayık gezintisi demek belki daha doğru, Naldöken’e doğru şöyle bir dolaştıktan sonra iskelenin oralarda kıyıya yanaşıp indirmişlerdi.
Kayıkta balık tutmanın büyüklere özgü olduğunu anlamıyor mu, yoksa anlamak mı istemiyordum… Şimdi aklımda kalan sadece hayal kırıklığı ve üzüntü.
Yıllar sonra, ekmeğimi kazanıp elim biraz para tutar tutmaz, ilk işim kendime bir kayık almak oldu. Körfez’de balığa çıkmanın keyfini sürecektim!

O kayıkların da hiçbiri geri gelmedi!
Dilbalığı, levrek, kefal, özellikle topan kefal, çiçina (vatos), köpek balığı körfez’de bütün balıklar vardı. En iyi sardalye Karşıyaka’da tutuluyordu. İskele civarı dışında bütün sahil balıkçılarındı, ama daha çok şimdi iskelenin yanında, otobüs duraklarının bulunduğu yerle yukarıda anlattığım bizim sülünes çıkartıp lidaki tuttuğumuz küçük plajda ağustos ayı ile birlikte tratalarını atıp çekmeye başlarlardı.
Martılar denizden, biz çocuklar karadan etraflarına sarar beklerdik. Bizi ilgilendiren asıl çiçinalardı, tratanın o sardalye dolu büyük torbası içerisinden tek tük olsa da köpek balığı gibi ürkütücü, çiçina gibi korkutucu balıklar da çıkıyordu.
Çiçinanın ince uzun kuyruğunun altında saklı zehirli ve girdiği yerden, yara açılmadan çıkarılması mümkün olmayan iğnelerinden hepimiz çok korkuyorduk.
Balıkçılar çiçinayı dikkatle parmaklarının iki gözüne sokarak yakalar, karaya bize doğru atardı. Önce kaçışır, sonra birbirimizi iterek, korkakça yaklaşırdık.
O gümrük kolcusunun nasıl unutabilirim, ne zaman balığa çıksam oltamı elimden alıyordu!
Palaskası oldukça iri göbeğini zorlukla çevreliyordu, daha çok iri ellerini hatırlıyorum; o zaman evimizin önünden, şimdi öğretmenler evinin (eskiden önce mason mahfeli, sonra Halkevi) biraz ilerisinde Celal Bey sokağı girişini geçtikten az sonra, Tuna apartmanı’nın bulunduğu yer, balık tutmak için her oltamı atıştan biraz sonra gelir, mantarını elimden alıp oltamı sarar, üzüntüme, yalvarmalarıma tek kelime cevap vermeden alıp götürürdü.
“Çocukların balık tutması yasaktı!” Şimdi anayasa meydanının bulunduğu yerde, Alaybey dönüşünde, köşede, bu kolcunun bulunduğu gümrük kulübesi, kulübenin de açıklarında, en az 100 – 200 metre, şamandıralara bağlı, büyük kapkara mavnalar vardı.
Ben tanımıyorum, bizden büyüktü, ününü bu mavnalara kadar yüzerek (gidip gelme) kazanmış bir Tarzan efsanesi anlatırlardı. İşte bu tarzan bile büyük bir çiçinanın saldırısından kurtulamamış, kalçasına sapladığı dikenini acılar içerisinde gittiği hastanede bacağını keserek çıkarmışlardı. Çiçinalardan çok korkuyor, denize girerken ya da balık tutarken, birbirimizi “çiçina geliyor” diye korkutuyorduk.
Çiçinalar da yok!
İskelenin çıkışında, 6.10 veya 6.40 vapuru olabilir, babamı bekliyorum, görürsem dondurma almak için harçlık isteyeceğim. Benim gibi babalarını bekleyen başka çocuklar da var. Karşıyakalı beyler, iş dönüşü vapurda sohbet ederek çıkıyor.
Mevsim bahar ya da yaz, günler uzun, akşam olmasına daha var, kalabalık dağılmadan topluca Halkevine’ne doğru yöneliyor, hoparlörün çevresinde toplanıyor.
Kırklı yıllarda radyo, ender kişilerin sahip olabildiği bir lükstür. Karşıyakalın çoğunun evinde, halivakti iyice yerinde olanlar dahi, radyo yoktur.
2. Dünya Savaşı’nın bütün dehşeti ile devam ettiği günlerde tek haber kaynağı Halkevi radyosunun hoparlörüdür. Kimse akşam 7 radyo savaş haberlerini kaçırmak istemiyor.

Haberlerden sonra kalabalık dağılır, kimisi çarşı girişindeki Celal’in meyhanesine, kimisi Papaz (şimdi Bostanlı) tramvayına doğru yönelir, kimisi de yan sokaklarda kaybolup giderdi.
O saatlerde Sami Bey‘in, Yalçın’ın pastanelerinde lokmalar dökülmüş, bitmiş, gramofonlar susmuş olurdu. O şarkıları hala ve durmadan hatırlıyorum; “Leyla bir özge candır.”
Yazın, öğle üzeri Karşıyaka sokaklarında, çarşıda bile, benim gibi balığa çıkmış çocuklar ve esnaflar dışında kimse yoktur, hemen herkes öyle uykusundadır, şimdi siesta diyorlar.
Hengam sokağında (1696 Sokak) oturuyorduk, balık sepetimi alır, Rayegan sokağında (Eshot sokağı) iskeleye, denize doğru yürürdüm.
Çarşıda üç pastane vardı, ünlü Sami Bey, Yalçın ve Sağmen. Yaz güneşinin çıplak ve kör edici sıcağında, hoparlörlerden zamanın bütün moda şarkıları çevreye, tenha kaldırımlara yayılırdı; “İncecikten bir kar yağar, Tozar Elif Elif diye”
Sık sık olmasa da, kendimi elimde balık sepeti, ağustos’un çıplak öyle sıcağında, Karşıyaka’nın tenha sokaklarında sahile doğru yürürken görür gibi oluyorum.
O deniz, o şarkılar yok artık!
O çocuk, o çocuklar da yok!
Karşıyaka çocukları yurdun, hatta dünyanın dört bir tarafına dağıldı. Ne kadar büyümüş olurlarsa olsunlar, hangi konumda bulunursa bulunsunlar, yüreklerinde Karşıyaka ile yaşadılar ve Karşıyaka ile öldüler.
D e v a m E d e c e k . . .
1955 Yılında İzmir’de Yapılan Yatırımlar ve Çalışmalar (Video)