Cengiz İlhan / Karşıyaka Çocuğu / 3
İşporta Sineması
Çok düşündüm; seyyar sinema veya işportada sinema, ne desem doğru değil, sonunda açık sinemasından yola çıkarak, işporta sineması demeye karar verdim.
Cennet sineması’ndan çağrışımda olabilir. Başka şehirlerde bir örneği var mıdır bilemem, bildiğim, adını da hatırlamıyorum, sinemacı Lütfü’nün işporta sineması!
O zamanlar, 1930’lu yıllar, henüz açık hava sinemalara icat edilmemişti, bunun için 60’lı yılları beklemek gerekecekti.
Çarşı içinde kapalı iki sinema salonu, önceleri Yamanlar sonraları kırklı yılların başlarında itibaren Sümer ve en son adı Yeni Ses sinemasıyla Yalı’da Melek sineması Karşıyaka’nın sosyal, hatta kültürel yaşamından başlıca, “tek de diyebiliriz” merkezleri olmuştur.
Bir de bunun yanında, biz Karşıyaka çocukları için, sinemacı Lütfü’nün çarşıda, sokak başlarında sırasında durarak, dolaştırdığı 4 tekerlekli el arabasının üzerinde sinema makinesi, işporta sineması vardı.
Arabayı gördük mü başında toplanıyorduk, paranıza göre bir kuruşluk, yüz paralık (2,5 kuruş) vb makinenin göstergesinin (objektifinin) önünde bir ağızlık takmış, genişletmişti.
Gözünüzün birisini bu objektifin önüne yerleştirip, diğerini elinizle sıkıca kapattıktan sonra sinemacı Lütfü bobinleri çeviren kolu eliyle çeviriyor, bir kuruşluk sessiz sinema gösterisi başlıyordu.
Genelde kovboylar, atlarla koşarak gelir, tabancalar çekilir, karşılıklı ateşlerle (bunu yüksekten dumanlardan anlardık) birbirlerini vururlardı. Ama biz, çocuk argosuyla cıngarlı (yumruk yumruğa dövüş) bölümleri daha çok seviyorduk.
Gösterdiği, nereden sağlamışsa, hurda sessiz filmlerdi. “Az gösterdin!” tartışması (süreyi o belirlerdi) eksik olmazdı. Sessiz, ama şimdi düşünüyorum da, kararlı bir adamdı, süre uzattığı görülmemişti.
Tarzan, Baytekin, Lorel-Hardi, Arşak Palabıyıkyan (3 Ahbap Çavuşlar), Mösyö Moto, kovboylar, çift tabancalı Ken Meynard…
Bunlar birinci tercihlerimizdi. Sinemalarda filmler pazartesi günü değişir, sinemanın dışında özel canlı bölmelere, birisi o zamanın deyimiyle “aşk”, diğeri “kovboy”, gösterime giren iki film daha sahneler içeren ölçüleri oldukça büyük fotoğraflar asılırdı.
Öğrencilerin cumartesi ve pazar dışında sinemaya gitmesi yasaktı. Bütün hafta fotoğraflar incelenir, kimin oğlan kimin kız kimin geveze (filmdeki komik) olduğu, kaç cıngarın bulunduğu üzerinde fikir yürütülürdü. Hafta sonu artık filmler seyredilmiştir, gösterilen ve kesilen cıngar sahneleri, bu defa fotoğraflar tekrar ve tek tek araştırılırdı.
Cennet Sineması (Cinema Parodiso)! Bu çok güzel filmde hemen hemen her şey, sinema seyirciler, olaylar, çocuklar, sinemacı, şehir bildik tanıdıktır. Otuzlu, kırklı yılların Karşıyaka’sını anlatıyor gibidir. O küçük şehir, sanki bir İtalyan kasabası değil Karşıyaka’dır! Etkileyici ve şiirli bir dille anlatılan sinema merkezli bu küçük şehrin yaşamı, sinemanın yaşamaya etkileri bir tarafa, yaşama egemen oluşu aynen o dönemlerin Karşıyaka’sı gibidir.
Filmi her izleyişimde, o eski güzel günleri hatırlar, tekrar yaşar, hüzünlenirim. O dönemler, otuzlu kırklı yıllar, sinemanın en güzel yılları, bugün bile etkili, en güzel filmlerinin, başyapıtlarının gösterime girdiği günlerdi.
Savaş zaten bütün dünyada duyguları etkiliyor, her yer de güçlü romantizm rüzgarları esiyordu. O zamanın Karşıyaka’sı gibi küçük, bu rüzgarlara açık, hatta bekleyen bir sahil kasabasının, bu kasabanın çocuklarının bunun dışında kalması, etkilenmemesi düşünülemezdi. Sinema bir bakıma hayatımızdı.
Karşıyaka Çarşısı
Çarşı çok küçüktü, banka sokaklarına kadar bile uzanmıyordu. İstasyon, PTT, Karşıyakalılara göre uzak bir semtti. İskeleden girişe göre, sağda Zeki Bey’in (şimdi İş Bankası), solda Uşaklı’nın (şimdi Yapı Kredi Bankası) kahvehaneleri iki yanı tutmuştu.
Sağda sırayla yine Zeki Bey’in fırını, sonra Berber Hafız, Dondurmacı Sağman, daha ileride Rayegan Sokağı girişinde girişinden sonra manav ve kasaplar ve sonraları çok ünlenen, bir dönemin adı neredeyse Karşıyaka ile özdeşleşmiş Celal’in Meyhanesi, namı diğer Doktor Celal!
Daha ileride şimdi Tiyatro sokağının köşesinde adı önce Yamanlar sonra Sümer, daha sonra Yeni Ses sineması, daha ileride de Karakulak!
Soldan ise sırasıyla Tütüncü Haydar, Yalçın ve ünlü Sami Bey’in pastaneleri, Yoğurtçu Ömer Ağa, Sarhoş Ahmet’in meyhanesi, pazar yeri girişinde Manav Tevfik (şimdi çarşı caminin bulunduğu alan), geçtikten sonra Sarı Araba daha ileride Kitapçı İhsan.
Bu küçük çarşıda Celal’in meyhanesi (Doktor Celal), Tütüncü Haydar, Karakulak, Sami Bey Pastanesi, Kitapçı İhsan, Sarı Araba, Manav Tevfik, Yoğurtçu Ömer Ağa gibi bir dönem Karşıyaka yaşamıyla özdeşleşmiş, Karşıyakalıların ortak hafızasına yerleşmiş yerler, kişiler vardır.
Celal’in Meyhanesinin önünde babama görür gibi oluyorum. Tezgahı, girişin tam karşısında enlemesine bütün dükkanı kaplıyordu, önünde kapıya kadar uzanan sağlı sollu masalar vardı. Babam oturmazdı, tezgahın önünde ayakta, caddeye arkaları dönük, içki içenlerin arasında olurdu. Uzaktan, kapının önünden babamı arar, başının kelinden tanırdım.
Yanına gidince “ne o” derdi, “geldin mi?” Celal’in her defasında, önüme küçük bir tabakla kenarında muhakkak hardalla birlikte ciğer tava koyuşunu hiç unutmuyorum. Babam üçüncü kadehini de tamamlar, birlikte akşam yemeği için eve dönerdik. O zamanlar rakı küçük kadehlerle içilirdi, ellili yılların başına kadar sürdü.

Aşağıdan yukarıya doğru genişleyen kadehler şimdi yaygın bir şekilde kullanılan ince uzun silindir biçiminde rakı bardaklarının üçte biri kadar, belki de daha da küçüktü. Uzun, silindir biçimli viski bardaklarının rakı bardağı olarak kullanılması daha sonradır. Asıl önemlisi, meyhanelerde yemek servisi yapılmazdı. Müşteri sadece içeceği içkiyi, bir kadeh, bir 35’lik vb. söylerdi.
İçilen içkiye göre çay bardağı tabakları kadar küçük tabaklarda ciğer tava, iki adet tuzlu veya kızarmış sardalye, üstüne muhakkak zeytinyağı damlatılmış Edirne peyniri (beyaz peynir) küçük bir kaşık pilaki, birkaç pancar turşusu, yine zeytinyağı damlatılmış fava vb. yiyecekler ve 2-3 küçük dilim ekmek meze olurdu.
Bunlar için ayrıca para ödenmezdi. Meyhanede içki içmenin adabı buydu. Akşamcılar yemeklerini evlerinde yerdi, rakı geleneklere ve niteliğine uygun olarak yemek öncesi içkisi olarak içiliyordu.
İzmir tarafının Halkapınar suyuna karşılık Karşıyaka’da şehir suyu şebekesi (Yamanlar suyu) 1930’lu yıllarda kurulmuştur, daha önceleri yoktu. İskeleye girişe göre solda, biraz ileride bir artezyen tulumbası vardı. Son zamanlara kadar varlığını çeşme olarak korudu, artık görmüyorum.
Birçok Karşıyakalının bu artezyen tulumbasından çember biçiminde kolunu çevirerek su çekip testilere içme suyu doldurduğunu hatırlıyorum.
Bir de, daha çok varlıklar için, çarşıda küçük bir dükkanda İstanbul’un ünlü Karakulak içme suyu satılıyordu. Karakulak içme suyunun yanında diringa (bilya), gazoz (meşe), toka (topaç), bayrak (uçurtma) misina (olta) ve balık iğnesi, olta mantarı, küçük lastik toplar gibi bizim için çok önemli oyuncaklar, eşya da satılıyordu.
Bu dükkan sonradan bütün Karşıyakalıların “Karakulak” diye bilip andığı dükkandır. Bu ismi soyadı olarak benimsemişler, babalarından sonra oğulları damga pulu, değerli kağıt, vb. satarak varlığını son zamanlara kadar sürdürmüştür.
Sarı araba gezici (seyyar) tuhafiyeciydi, Yalı’da ve sokaklarda sarı renkli arabasına iterek, iğne, iplik, makara, bel lastiği, dantel, yün vb. satıyordu. Sonra şimdi Sakıpağanın bulunduğu yerde dükkan açtı, sarı arabasını da dükkanında, yüksekçe bir platform yaptırıp oraya yerleştirerek korudu. Sarı araba olduğunu unutmuyor, unutturmak da istemiyordu. Bu isteği oldu, herkes de öyle bildi, öyle andı, şimdi bile öyle anıyorum. Dükkanını sonraları daha gerilere taşıdı, ölünceye kadar küçük tamir işleriyle geçimini sürdürdü.
Tütüncü Haydar motosiklet meraklısı, diğer esnaftan farklı, değişik bir adamdı; filmlerdeki serüven düşkünü kahramanlara benziyordu. Motosikletiyle yan yana, binmiş veya binerken, hareket halinde, önünde vb. çeşitli durumlarda çekilmemiş fotoğraflarını dükkanın duvarlarını asmıştı. Hız yaparken birkaç defa düşmüş, kafasına parçalamıştı. Bizi daha çok bu tarafı ilgilendiriyordu, bir de büyük, gösterişli Harley motosikleti!
Çeşitli içkilerin yanında pastırma, sucuk, tuzlu ya da füme balık, lakerda türü mezeler satıyordu. Ramazanlarda dükkanın önüne astığı güllaç paketlerini hatırlıyorum. Yanına pek yaklaşmazdık, bir his, galiba yaklaşılmasını o da istemiyor, sıradan bir dükkan görüntüsü vermekten kaçınıyordu.

Müşterileri daha çok Yalı’da oturan, hali vakti yerinde, özellik ve ayrıcalıklarına inanmış seçkin ve seçici kimselerdi. Karşıyaka’nın günlük alelade yaşamına karışmak, en azından böyle bir görüntü vermek istemiyorlardı, onları kaybetmekten korkmuş olabilir.
Kim bilir kaç kuşak? Kitapçı İhsan, İhsan Özkınay, hepimiz okulumuzu onun dükkanında bitirdik dersem yanlış olmaz. Şimdi Temizocak’ın biraz ilerisinde, cadde üzerinde cephesi oldukça dar, küçük vitrini ile derinlemesine bir dükkan vardı. Dar, loş girişin sonunda, küçük bir tezgahın arkasında müşterilerini beklerdi. İsimlerimizi tek tek biliyordu. Sadece kitapçı değildi, daha çok kırtasiye, çizgili çizgisiz,
beyaz veya sarı defterler, renk renk elişileri, yağlı kağıtlar, kalemler, çeşitli numaralarda kalem uçları, adi veya çini mürekkepler, sulu boyalar, resim defterleri ve özellikle dolmakalemler…
Vitrinde sergilenen Pelikan dolmakalemleri özlemini hiç unutmadım, günün birinde elbette benim de öyle bir dolma kalemim olacaktı, oldu da…
Maksim Gorki, Pearl S. Buck, Pirandello, Jack London, Oscar Wilde, Reşat Nuri, Halide Edip, Yakup Kadri, Ruşen Eşref, Peyami Safa, Güzide Sabri… Edebiyatı, daha önemlisi kitap sevgisini ondan öğrendik.
Ufuklarımız genişliyor, dünya, insanlar yeni boyutlar, yeni anlamlar kazanıyordu. Dükkanı bir bakıma bizim için dünyaya açılan yeni bir pencere, yeni bir yaşamdı. Bankaların saldırısı Karşıyaka çarşısında birçok dükkan gibi onun da sonu oldu. Zaten yaşlanmıştı, dükkanını istasyonunun karşısındaki evinin alt katına taşıdı.
Evi evimin yolu üzerindeydi, gelip geçerken konuşurduk. Her defasında “Atilla nasıl?” diye sorardı, yetişmesinde elbette onun da payı vardı. Nur içinde yatsın, sonra öldüğünü duydum!
Karşıyaka’da her iki banka sokağının o zamanlar önemli bir özelliği vardı, ikisi de asfalttı. Genelde sokaklar arnavut kaldırımı türü taşlarla, Yalı büyük, düz kesme ama yine taşlarla kaplıydı.
Deniz kenarı kaldırım ise iri kumlu bir zemindi. Çocuklar için bisiklete binilecek en uygun yer, hele bisikleti kiralamışsanız, elbette banka sokakları oluyordu. Bisikletçi Nihat’ın dükkanı da işte tam orada, istasyona doğru gidişte, sağda banka sokağının köşesinde, şimdi Akbank şubesine olduğu yerdeydi.

3-4 yıl oluyor, Anadolu caddesi’nde bir oto elektrikçisi ile konuşuyorduk, “bisikletçi Nihat” dedi, “hatırladınız mı?” Kırklı yılların Karşıyaka çocuğu olacaksınız ve Bisikletçi Nihat’ı hatırlamayacaksınız, bu mümkün müydü? Adı konmamış olsa da, kırklı yılların Karşıyaka çocukları, derinden hissettikleri bisikleti olanlar-olmayanlar ayrımından etkilenmiştir.
Bahar veya yaz, çok soğuk olmayan kış günleri dahil bisikleti olan çocuklar kümeler halinde dolaşır, banyolardan iskeleye, büyük gürültüler ve bisiklet zil sesleri ile bir gidip bir gelirlerdi.
Bisikleti olmayan çocuklar bu toplu eğlencenin, hatta eylemin dışında kalmanın, kızların önünde bisikletiyle hızla geçip caka satamamış olmanın üzüntüsünü içten içe yaşar, burukluğunu içlerinden bir türlü atamazlardı. Bisiklet o günlerde, sonraları arabalarda olduğu gibi, size bazı yerlerde bulunma olanağı tanıyan bir statü, bir kimlik belirtisi gibi bir şeydi.
İşte bisikletçi Nihat, bu çocukların bisikletçisiydi. Eğer bisiklet kiralayacak kadar harçlık alabildiyseniz, bir bisiklet kiralar, her iki banka sokağında bir gidip bir gelir, sonra da ileride sahip olacağınız 26 balon lastik NSU bisikletin hayalini kurardınız.
Bütün arkadaşlarınız etrafınızda toplanacak, kimi hasetle kimi hayranlıkla bisikletinize ellerini sürecek, zihnini çalacaktı. Aynen sizin daha önce arkadaşlarınızın yeni bisikletlerine yaptığımız gibi… Yeni bisikletinizle Yalı’da şöyle bir dolaşmak! Bisikletçi Nihat’ı kim hatırlamaz!
Zerzevatçılar (seyyar sebze meyve satıcıları) eşeklerin iki yanına bağladıkları kelterlere mevsim sebze ve meyvelerini doldurur sokak sokak dolaşırlardı. Sesleri bir iki sokak öteden beri duyulabilirdi, kemer patlıcan, kırmızı domates, sakız kabak, buz gibi bardacık, (taze yenilen bir incir türü).
Sonra omuzdan iki yana terazili askılarıyla yoğurtçular, tablaları başında “taze balıkçı”lar, yine eşekliği veya atlı sütçüler, şişeleri beyaz bir önlükle ön ve arkaya asılı kekik ruhu nane ruhu satanlar, bozacılar, salepçiler, gevrekçiler!
Bugün artık hiçbiri yok, seyyar satıcılar yaşamımızda önemli bir yer tutardı. Yalnız Karşıyakamı, İzmir’de, bütün büyük şehirlerde, gün onlarla başlar, gecenin geç saatlerinde bozacıların hüzünlü, bir o kadar da etkili geçişleriyle son bulurdu.
O kadar eskisini hatırlamıyorum, daha önceleri çarşıda iskeleden girişe göre sağda, mescidin, balıkçılarla bir kahvenin bulunduğu vakıf çarşısı, küçük bir alanı vardı. şimdi işhanı, Karşıyaka pazarı ilk orada kurulurmuş.
Benim hatırladığım, şimdi çarşı camisinin bulunduğu yerdeki ikinci pazar yeridir. Burası, daha önce dükkanlarla çevrili epeyce geniş, boş bir alandı, otuzlu kırklı yıllarda çevreden, Menemen ve Emiralem’den bağcılar, bostancılar pazar günleri bu meydanı doldurur, mevsimine göre sebze meyve satardı.

Pazar yerinin hemen yanında, içinde sayılabilir, Yıldırım Kemal Sokağında oturuyorduk. Ellili yıllarda ise, pazar şimdi Gazi Lisesi’nin bulunduğu yere taşınmıştı. Yeni evlenmiş Aydoğdu Sokağı’nda bir ev tutmuştuk, gidiş geliş bizim için kolaydı. Altmışlar, yetmişler, ta ikibinlere kapalı pazaryeri yapılana kadar çocuk yuvasından liseye doğru uzanan saha, daha çok sokak araları üçüncü pazaryeridir.
Bu arada Nergiz, Bostanlı, Şemikler gibi semt pazarları kurulmuş, Karşıyaka pazarı Alaybey pazarı adıyla yaşamanı sürdürmeye başlamıştı. Son durak kapalı pazaryeridir.
Muhakkak elli yıldan fazla oldu, hemen her hafta sonu pazara gittim. Geçen gün aklıma geldi, bu artık benim için bir aile vazifesi, bir alışveriş yolu olmanın ötesinde, vazgeçilmesi, daha doğrusu onsuz yaşanılması mümkün olmayan bir olaydı.
Belki de mutluluk, en doğru kelime bu! Yaz veya kış, mevsimlerine göre, çeşit çeşit, renk renk sebzeler, meyveler, türlü türlü otlar.
Lahanalar, karnabaharlar, patlıcanlar, domatlar, fasulyeler, tür tür kabaklar, elmalar, armutlar, portakallar, limonlar, radikalar, rezeneler! Saymakla bitmez!
Böyle bir iklim, böyle bir yaşam, şüphesiz ister iklim deyin ister güneş veya deniz, ne derseniz deyin, ister bir yaşam biçimi olarak nitelendirin, kanımca burası, şehrimiz, dünyanın insanlar, bitkiler, hayvanlar ve bütün yaratıklar için yaşanacak en güzel köşelerinden birisidir.
Burada yaşamış, yaşlanmış, ihtiyarlamış olmak, böyle bir çevrede ömrünü tamamlamak az mutluluk değildir, İzmir’de Karşıyaka gibi bir şehirde yaşamış, bu mutluluğa ulaşmış bir kişi olarak, doğrusu kendimi çok şanslı görüyorum.
Geçen zaman içerisinde değişen elbette çok şey oldu. Karşıyaka pazarı ülkemizin birçok yerleşim yerindeki pazarlar gibi çok değişti. Örneğin elma, portakal, limon, mandalina, şeftali vb. türlü meyveler, muz gibi pazarda satılmayacak kadar nadir, çok lüks meyvelerdi, ancak manavlarda, o da lüks olanların da bulunurdu.
Çilek, kiraz, hatta salatalık (hıyar) kolay bulunmazdı. Belki iklim, bölgede nereye giderseniz gidin, hangi bahçede dolaşırsanız dolaşın turunç ağacından başka bir narenciye türüne rastlayamazdınız. Portakal, mandalina güneyden, Dörtyol, Yafa, Finike’den geliyordu. Greyfurtu ise kimse bilmezdi, ancak filmlerde görüyorduk!
Belki bilgisizlik, şeftali tek tük bahçelerde, özel merakla yetiştirilen bir ağaçtı. Elma ise ender görülebilen bir cennet meyvesiydi. Bizim Egelilerin bildiği sadece üzüm ile incir, ayva ile nar, karpuz ile kavundu. Erik ve iğde meyveden sayılmadığı için onları söylemiyorum. Rahmet olsun, bir tanıdığım Menemen’de geniş bir arazide ilk defa şeftali bahçesi yapmaya kalkmış, herkes onunla alay etmişti.
Satsuma mandalina bölgeye ellili yılların sonunda, Gümüldür‘e altmışlı yıllarda ancak gelebildi. Şimdi elbette öyle değil, pazarlar çok daha renkli, meyvenin, sebzenin lüksü kalmadı, hepsi halk yiyeceği oldu, kimse hastanede doktora portakal yazması için yalvarmıyor!
Yetiştirmesini de, pazardan pazara taşımasında öğrendik. Karşıyaka pazarı şimdi çok daha renkli ve mutlu, sade ve herkesin pazarı.
D e v a m E d e c e k . . .
Cengiz İlhan / Karşıyaka Çocuğu / 1
Cengiz İlhan / Karşıyaka Çocuğu / 2
1 Yorum
Eski fotoğraflara bakıp yaptığınız bu hatırlamalar bize gerçekten nostaljik bir yolculuk yaptırdı. Çok güzel bir iş çıkarmışsınız, teşekkürler.