Cengiz İlhan / Karşıyaka Çocuğu / 4 (Son)
Ekmek Dolması
Tekrar düşündüm, hatırlayamadım, en son 2003 olabilir, hemen hemen her ramazan Menemen’e gidiyor, eski hükümet konağının karşısındaki bir fırın vardı, oradan dolmalık ekmek alıyordum. Bu yönüyle şüphesiz öyle, geçmiş özlemi! Öbür yönüyle hürriyetine alışageldiğim tatları aramak, sevdiğim bir yemeği yeniden bulmanın heyecanını yaşamak!
Artık zorlanıyorum, yol gözümde büyüyor, eski tatlar peşinde koşamıyorum. Ekmek dolması, özellikle ramazanda, sahur veya iftar, hangisi olursa olsun üzüm hoşafıyla birlikte yenen yerleşik bir Ege yemeğidir.
Rumeliler pek bilmez, yapmazlar da. Daha çok eski İzmirlilerin, çevre ilçe ve köyleri halkının, eski bir ifadeyle “yerlilerin” yemeğidir.
Ramazanlarda İftar topu Kadifekale’den atılırdı. O günler hala aklımda; iftarın yaklaşmasıyla Karşıyakalı çocuklar, anne veya ablaları, çoğu defa ev hizmetlerini gören kadınlarla birlikte deniz kenarında kimi dolaşarak kimi durarak ama hepsinin gözleri karşıda, Kadifekale’den atılacak iftar topunu beklerdi.
Önce beyaz bir duman görülür, arkasından sesi gelirdi. Çocuklar, hepimiz “top patladı” haykırışlarıyla evimize koşardık, bu da bir senlikti! Soğukkuyu Camisi’ni saymazsak, Karşıyaka’nın tek camisi, Osmanpaşa Camisi (Zübeyde Hanım’ın kabrinin bulunduğu cami) nüfusun yoğun olduğu iskele ve civarına, hele yalılara uzak düşüyordu; ezan sesleri duyulmadığı gibi ramazan kandillerini görmek de mümkün değildi.
Dolmalık ekmek kendine özgüdür, öyle her ekmekle dolma yapılmaz. Fırınlar ramazanda ayrıca dolmalık ekmek çıkarırdı. Hatırladığım kadarıyla dolmalık ekmek biraz bayatladıktan sonra annem altından yuvarlak bir bölümünü keserek çıkarır, oradan girerek parmaklarıyla ekmeğin içini boşaltırdı. Dışarı çıkarılan bu içi ufalayarak ayrıca bir başka yerde kavrulmuş kıymayla ekmeğe tekrar doldurur, çıkardığı yuvarlak ekmek parçasını kapak yaparak, açtığı deliği kapatırdı. Mangal ateşinde, et suyu ve tereyağıyla pişirilirdi.
İzmir’de kebap kültürü yoktu, Karşıyaka bir yana Kemeraltı’nda bile tek bir kebapçıya rastlayamazdınız. Hele çiğköfte hiç! İlk defa Adana’da gördüm. Ortaokul son sınıf öğrencisiydim, ne yaptıklarını sorduğumda hatırlıyorum. Hiçbir İzmirli, sevip sevmemek bir yana, böyle bir yemek türü olduğunu dahi bilmezdi.
Ama ekmek dolmasını da bizim Ege çukurunun dışında pek bilene rastlamadım. Bunun gibi Kurban Bayramlarının ünlü “kumbar dolması” ile kurbanın boyun bölümünden badem ve mürdüm eriği kurusuyla süslenerek yapılan “gerdan tatlısı” bu bölgenin mutfağına özgüdür.
Ne İstanbul’da ne de Anadolu’nun ya da Rumeli’nin bir başka yöresinde bir benzerini gördüm, duydum. Turunç dışındaki diğer narenciye çeşitleri, örneğin mandalina, portakal, limon bizim buraların kışına dayanamıyordu. Turunç da reçelini yapma dışında, örneğin Çukurova bölgesinde olduğu gibi ekşi olarak kullanılmazdı. Yetiştirilmeleri altmışlı yıllarda, dayanıklı yeni türlerin oluşturulmasıyla başladı. İzmir’in ekşisi koruktu.
Özellikle yazın! Koruk şerbetinin ayrı bir yeri vardı. İzmir mutfağı daha çok yaz mutfağıdır, domates ve patlıcan ağırlıklıdır. İkisi birlikte çeşitli yemekler yapılır. Koruk ise İzmir yazlarının salatada veya yemeklerde vazgeçilmez eksisidir. Neredeyse her evde tahta, sarımsak havanı gibi koruk havanları vardı.
Gerçekten koruk ekşisiyle yapılmış bir domat salatasının, korukla pişirilmiş bir bamyanın farklı ve güzel tatları bu bölgeye ve kendine özgüdür; tadına doyum olmaz.

İzmir yemek kültürünün bir ayağı zeytinyağı ise diğer ayağı koruk ekşisidir. Koruk suyunun, günümüzde temel yemek gibi sunulup yenilmeye başlanan salatalara özel ve yerel bir tat, yeni bir değer katacağı muhakkaktır.
Sinekler
Söz sahil kentlerimizin güzelliklerinden açılmıştı: “Yani” dedim, “insanlar, İzmir ya da Antalya veya Mersin gibi güzelim, iklimi ılıman sahil kentlerimiz, kasabalarımız varken neden gidip Anadolu yaylasının soğuk, kurak bölgelerinde mekan tutmuş, yerleşmişlerdi?”
Cevap tek bir kelimeydi: “Sıtma!” Etkilenmiştim, sıtma sözünü duyup da irkilmemek, sert ve uzun titremelerle gelen sıtma nöbetlerini hatırlamamak ne mümkün?
Bu hastalık çok uzun bir süre bölgenin ve çoğu yurt köşesinin temel sorunu olmuştur. Yalnız bizim kuşak mı, öncelikler de şüphesiz, hele kinin, atabrin gibi sıtma ilaçlarının karaborsa satıldığı İkinci Dünya Savaşı’nın kıtlık günlerinde, sıtmayla ilgili bir anısı olmayan, bir yakınını, arkadaşını, bu hastalık yüzünden kaybetmemiş olan yok gibidir.
Şüphesiz sıtma ülkemizin genel sorunuydu, sıtma bölgesi yerlerde, yani çoğu kentimizde, kasabamızda sadece bu hastalıkla mücadeleyle görevli “Sıtma Savaş Tabiplikleri” kurulmuştu.
Menemen’de sokak köpeklerinin bile sıtma nöbetleri tuttuğu söylenirdi. Ardı arkası kesilmeyen sıtma nöbetlerinden halsiz, karnı şiş, köylülerin, kasabaların doktor muayenehanesi, eczane kapılarında, tren koridorlarında uzanan bitkin bekleyişini, korkak iniltilerini bir bir hatırlıyorum.
O günler geride kaldı. Yeni kuşaklar böyle bir hastalığı, bu hastalığın yıkıcı etkilerini tanımak bir yana varlığından bile habersiz, ama otuzlu, kırklı yılların İzmir’inin çevresine mutluluk dağıtan güzelliklerini, hemen yanında, onunla iç içe bu güzellikleri sınırlayan, hatta çok defa yok eden bu önemli kötülüğü hatırlayıp anmamak doğru olmaz.
İzmir’in geçmişinde, bütün liman kentlerinde olduğu gibi veba (tarihsel bir sorun) da vardır. Sıtmaya eşlik eder: “Veba zaman zaman İzmir’de büyük kırımlara neden olur ve gözlemlere göre hiçbir zaman tamamen ortadan kalkmaz, en azından üç yılda yüzbin kişinin ölümüne neden olacak şekilde sürer ve her yedi yılda bir kudurmuş gibi ortalığı kırar geçirir.
Örneğin 1667’de 6000 Türk, 800 Musevi, 600 Rum, 500 Ermeni, 20 Fransızın ve birkaç Hollandalı tüccarın; 1674’te 5000 Türk, 500 Musevi, o kadar Rum, 300 Ermeni öldüğü görülmüştür.
Bu hastalık genelde ilkbaharın başlaması ile ortaya çıkar ve haziran ayının sonuna kadar sürer. Konuyla ilgili bir makalede ileri sürülen görüşe göre; veba salgınının sebebi “büyük olasıkla İran’dan gelen kervanlar”dır. Çünkü haziran ayı kervanların geldiği ve bu hastalığın en şiddetli olduğu zamandır. “Sıtma ise hükmünü özellikle sonbaharda sürdürür.”
1673-1674’te ortalığı kasıp kavuran büyük bir sıtma salgınından sonra, “kentin güney bölümünde bulunan bataklıklar kurutulup bahçe haline getirilmiş”, hastalığın etkisi eskisine göre azalmıştır.
Bir tarafta Halkapınar, öbür tarafta Papaz Ötesi (Mavişehir), arkada Soğukkuyu bataklıkları veya çamurları, su birikintileri; kışın sert, İzmir ayazı günlerini bir yana bırakırsak, baharlarda, hele yazın, sivrisineksiz bir akşam geçirmek, cibinliksiz yatağa yatmak, o günlerde kimsenin aklından bile geçmezdi.
Çok kimse evinin arka tarafında, çinko lamarina kaplı taraçalarında yer yataklarını serer, cibinliklerini bağlar öyle yatardı. Yazın bunaltıcı sıcağından olduğu kadar, ama asıl, sivrisineklerden ve daha önemlisi tahtakurularından kurtulmuş olurdunuz.
Sivrisineklerin verdiği rahatsızlık bir tarafa, asıl sıtma; çok insan, hele bizim gibi yetişme çağındaki çocuklar bir yıl değilse ertesi yıl mutlaka sıtmaya yakalanıyordu.
Bir defa yakalandınız mı, ne kadar geçip kurtulduğunuzu varsayarsanız sayın; bir gün bakarsanız hiç beklemediğiniz bir zamanda ve yerde, örneğin kışın ortasında bir tren yolculuğu sırasında birden sıtma nöbetleri tutmaya başladığını görür, şaşırırdınız.
Karşıyaka’da istasyondan trene bindiğimiz zaman sağlığım yerindeydi, bir şeyim yoktu. Babamla, yeni atandığı görev yeri Adana’nın Bahçe kazasına gidiyorduk. Sıcak bir ağustos günüydü, abim de vardı. Kötü bir yıl geçirmiştik, bilinen olaylar sonucu Karşıyaka’da yaşamamız zorlaşmıştı. Çevremizde benim birkaç sınıf arkadaşım dışında kimse kalmamıştı, kimse bizimle konuşmak, bizimle bir arada görünmek istemiyordu.
Bir an önce ayrılmakta kararlıydık. Gecenin geç vakitlerinde Afyon’a vardık. Orada saatlerdir Haydarpaşa’dan gelip Konya üzerinden Adana’ya ve ilerisine gidecek treni bekliyorduk, aktarma yapacaktık. Büfede oturuyorduk; nasıl oldu bilmiyorum, belki de bir yıldır hiç tutmamış olan, geçtiğini sandığım sıtma nöbetlerim aniden başladı. Oturduğum yerde iki elimi bacaklarımın arasına sıkıştırmış, kendimi tutmaya çalışıyordum, nasıl titriyordum, dişlerim nasıl çarpıyordu!
Aradan altmış yıldan fazla bir zaman geçti, hâlâ hatırlıyorum. Mehmet Ali’yi hiç unutmadım. Karşıyaka Ortaokulu’nda sıra arkadaşıydık. Ulucak (Uludere) köyündendi. Yıl sonu tatilinde ayrıldık, yeni ders yılı başladığı zaman gelmedi. Sordum; “Mehmet Ali mi?” dediler, “sıtmadan öldü”!
Bataklıkların, özellikle Halkapınar bataklığının Belediye Reisi Reşat Leblebicioğlu tarafından kurutulması sorunu hafifletmiş olsa da asıl çözüm, şimdi kullanımı yasaklanan, ilk bulunduğu zaman bulucusuna Nobel Kimya Ödülü’nü kazandıran DTT ile olmuştur.
O dönem evlerinin bir özelliği de, çoğunun tavanının ve tabanının şimdi olduğu gibi beton değil, tahta olmasıydı.
Şimdilerde dekoratif amaçlı olarak yine tahta tabanlara, tavanlara dönüldü, ama o zamanlar, tahta ile tahtakurusu bir yerde eşanlamlıydı, nerede tahta varsa orada muhakkak bu böcek bulunurdu. Demir karyolaların bağlantı yerlerinde bile yuvalanabilen, bir eve bulaştı mı (hemen hemen her evde vardı) kurtulması imkansız olan bu böcek büyük bir afet, bir dertti.
Çok kimse taban tahtalarının aralarını, karyolalarının somyalarını, bu böceklerin yuvalandığı bağlantı yerlerini tenekecilere, muslukçulara “primus” ocaklarıyla yaktırarak bu afetten kurtulmaya çalışmıştır.

Tam sonuç almak yine de mümkün olmamıştır. Işığı söndürüp yatmak istediğiniz anda atak başlardı; tek tek değil, genelde toplu halden saldırırlardı, ışığı yaktığınız anda da birden, nasıl yapıyorlarsa aniden kayboluverirlerdi.
Kimileri karyolalarının ayaklarının altına su tasları koyarak bir kurtuluş yolu bulmak istedi, bu da etkili olmadı; tahtakuruları önce tavana tırmanıyor, oradan kendilerini yatağa, üzerinize atarak engelleri aşıyordu.
Kurtuluş yoktu, tek yol yaylalara çıkmaktı.
Yamanlar
Karşıyaka’nın yaylası Yamanlar’dır. Uzun zaman var ki, belki ben yaşamın dışındayım, oradan söz edildiğini, söz edilmek bir yana hiç değilse anıldığını hiç duymuyorum.
Plaj gezileri, deniz, Çeşme, Foça, Kuşadası… Artık Yamanlar‘ı kimse düşünmüyor, giden de yok! Galiba son 1978’di, bir daha gitmedim, gidemedim desem belki daha doğru, şüphesiz ilgisizlikten kapandı, plajlar dağ havasını yok etti.
Belki de eskilerde, otuzlu kırklı yıllarda olduğu gibi Karşıyaka’da evinizin önünden, olmadı biraz ilerideki deniz hamamlarından denize girmenin artık mümkün olmaması, ama daha çok Yamanlar Kampı‘nın kapılarının genelden çok, özel bir kulüp gibi ancak üyelerine, en azından tanınmış kişilere açık tutulması bunda etkili oldu.
Bir başka neden de kampın biraz ilerisinde, dağın tepesindeki NATO askeri tesisleri olabilir. Kısacası artık, bildiğim kadarıyla, yıllardan beri Yamanlar kapalı.
Kayak merkezlerinin dışında, dağ havası, ağaç, panorama ve benzeri güzelliklerin yeni yaşamda yeri yok. Bodrum kültürü bütün ülkeyi sardı, akşam üzeri Yamanlar Kampı’nın küçük gazinosunda oturup bir orman serinliğinde körfeze bakmak, İzmir’in o harikülade panoraması yaşamak artık kimseyi mutlu etmiyor, sıkılıyorlar, asıl sebep bu!
Günümüz tatil sitelerine benzetilebilir. Yamanlar Kampı’nın o zamanlar örneği bir başka yerde bulunmayan kendine özgü bir yapısı vardı.
Kamp İzmir Verem Mücadele Derneği‘ne aitti, onun tarafından işletiliyordu. Karşıyaka’nın önde gelen aileleri, mülkiyeti derneğe ait olmak üzere, taş yapı, kır evi görünümünde evler yaptırmıştı.
Her yaz temmuz ve ağustos aylarını bu evlerde geçirirlerdi. Yamanlar Karşıyaka’ya, İskele’ye on kilometrenin biraz üzerinde bir mesafededir, araya yolların virajlı olması ve tırmanılması gereken yükseklik (sanırım 750 metre) nedeniyle, otobüs veya otomobille yolculuk bir saate yakın sürüyordu.
Kamp sakinleri, her sabah kampın özel otobüsüyle İskele’ye gelir, İzmir’de işine gider, akşamüstü de aynı otobüsle kampa dönerdi.
Dernek biraz da dağın tepesindeki haberleşme tesislerinde çalışan Amerikalılardan yararlanmak için, ellili yılların sonuna doğru bir de otel yaptırdı, arkasından da yüzme havuzu…
Mükemmel bir tesis olmuştu. Karşıyaka’ya şimdiki araçlarla yarım saatlik mesafede dağ havası alıp körfezin bütün güzelliklerini yaşayabilirdiniz.
Otelin arkasında, yüzme havuzunun biraz ilerisindeki o büyük ceviz ağacını, altındaki köy çeşmesini hiç unutmadım.
Yeni Zelandalıydı, Türk Koleji’nde İngilizce öğretmenliği yapmak için gelmişti. Bir vesileyle arkadaşlık kurmuştuk. O da benim gibi dağlarda dolaşmak istiyor, bunu seviyordu.
Yamanlar Dağı’na çıkmak istedi. “Peki” dedim, şart koştum; arka taraftan, Emiralem’den dağa çıkacak, ön taraftan Karşıyaka’ya inecektik.
Bir cumartesi sabahı erkenden, trenle Menemen’e gittik, sonra yürüdük, biraz sonra da dağa tırmanmaya başladık. Mayıs sonu veya haziran başları Yamanlar Dağı’nın en güzel zamanlarıydı.
Tavşanların kaçıştığını görüyorduk. Arkasında yavrularıyla keklikler, daldan dala sıçrayan sakalar, dağ bütün azametiyle ilkbaharı yaşıyor, yaza hazırlanıyordu.
Artık hemen hemen hiç yok, altmışlı yılların sonuna kadar, mevsiminde tavşanlar, kınalı keklikler bol bol avlanırdı, mevsiminde akşam işten eve dönerken yeni avlanmış kınalı keklik, tavşan vb. av kuşları ve hayvanlarını almanız mümkündü.
Yamanlar kekliğiyle ünlüydü. Bu on yedinci asrın ortalarında da böyleymiş. Tüccar Tavernier (Jean-Baptiste Tavernier), “Eğer biri avı seviyorsa, bir kayığa biner kente iki-üç mil uzaklıkta, dağlara yakın ve avın bol bulunduğu yerde karaya çıkar, her yerde bol av hayvanı var ve avlanmadan asla eve dönülmez.
İzmir’de iki üç metelik karşılığında bir kınalı keklik ya da bununla orantılı olarak diğer av hayvanlarını satın alabilirsiniz” diyor.
Yamanlar’ın, NATO’nun haberleşme tesislerinin yanından, yani tepesinden dönüp kampa geldiğimiz zaman öğle olmuştu. O büyük ceviz ağacının altına, Yamanlar çeşmesinin yanına oturduk, çıkınlarımızı açtık; lop yumurta, ekmek, peynir Allah ne verdiyse yedikten ve bir süre dinlendikten sonra yola, Karşıyaka’ya doğru inişe geçtik.

Şimdi herhalde kurumuştur; kayalar arasından küçük bir dere aşağı doğru akıyor, yolu üzerindeki çukurlarda yüzülecek derinlikler yaratıyordu.
Birisinin başında durduk, yabancı dostum girmek istedi, girdi de. Anadan üryan soyundu, suya balıklama atladı. Bana çok garip gelmişti, yadırgamıştım.
Akşam Sefaları
“Tilla” lokantası daha sonraki olaydır, önceleri onun yerinde, iskelenin yanında, şimdi otopark olan yerde ünlü Karşıyaka Gazinosu, hanımların, beylerin yaz gecesi eğlencesiydi.
Zemin beyaz çakıl taşıyla kaplanmıştı, açılır kapanır sandalyeleri, beyaz örtülü masaları, buzluğa konmuş rakı şişeleri, mezeleri, sohbet eden süslü hanımlar ve bastonlu beyleriyle yaz gecelerini renklendirirdi.
Sırtı denize dönük yüksekçe beton sahnesinde akşamla beraber fasıl heyeti başlardı. Mutfak caddenin öbür yanındaydı, büyük beyaz önlükleri, omuzlarının hizasında geniş tepsileriyle caddeden koşuşarak geçen, servis yapan garsonlar farklı, etkileyici ve bir hayli Batılı bir görüntü veriyordu.
Gazinonun hemen önünde kaldırımlarda işportacılar, özellikle buzlu badem satan Yahudiler bir gidip bir gelirdi.
Akşamın ilerlemiş saatlerinde ise monologlar, solo saz eserleriyle sahne daha bir renklendirirdi. Bizi ilgilendiren, uyumuz gelse de, görmek için kendimizi zorladığımız, o zamanki deyimle kazbekler, yani Kazaklardı. Önce gündüz, Kazak kıyafetleriyle faytonlarla caddelerde dolaşır, akşam gösterisini tanıtırlardı.
Akşam ise başta Şeyh Şamil çeşitli Kazak oyunları oynardı. Sıra, bir Kazak’in alt dudağı ile dişlerinin arasına bıçak yerleştirip bir baş hareketiyle bıçağı istediği yere, hedefe (bu çoğu zaman genç bir kızın önünde durduğu tahta bir pano olurdu) bıçakları saplama gösterisine geldiği zaman hepimizin nefesi kesilirdi.
Zaten bütün gece kendimizi zorlar, bastıran uykumuzu dağıtır, bu gösteriyi beklerdik!
Şimdi Osmanbey Parkı veya çocuk bahçesi, önceleri aynı isimle bir gazino da orada vardı. Karşıyaka’nın yaz gecelerinin renklerinden birisiydi; fasıl heyetleri, şarkılar, monologlar ve Kazaklar…
İkinci Dünya Savaşı’nın ilerleyen günleriyle birlikte hepsi sona erdi. Karşıyakalılar yine akşamüzerleri Yalı’da iskeleye şimdi nikah dairesinin bulunduğu yer arasındaki bölümde toplanıyor, akşam gezintilerini aksatmıyordu.
Yine bisikletli olanlar on beş yirmi kişilik gruplar halinde bisikletli gezintilerin tadını çıkarıyordu. Ama artık giderek bazı şeyler değişiyor, savaşın hüznü ve sıkıntıları şehri sarmaya başlıyordu.
Dikkatler körfezde kayık sefalarının yerine İzmir semalarında gecenin karanlıklarında, doğudan batıya, kuzeyden güneye, çekilmiş ışıktan iki büyük kılıç gibi, karanlıklarda eğitim uçuşu yapan uçakları yakalamaya çalışan iki ışıldağın üzerinde toplanmıştı.
Sakız biçimi evlerin demir kepenkleri karartma günlerinde Karşıyakalılara büyük kolaylıklar sağladı, kapanınca dışarıya ışık sızdırmıyorlardı. Avrupa’da savaş bütün şiddetiyle sürüyordu. Bir süre sonra, babamın yeni bir ilçeye tayini nedeniyle Karşıyaka’dan ayrıldım.
Dönüş
1950 yılında Karşıyaka’ya tekrar döndüm, bir daha da hiç ayrılmadım. Artık çocukluk, hatta delikanlılık dönemini geçirmiş, üniversite eğitimini tamamlamış genç bir adamdım.
Karşıyaka değişmiş miydi? Farkında değildim, yaşama bıraktığım yerden devam ediyordum. En azından yaşamın ana hatları kendisini koruyordu.
Kitapçı İhsan, Dr. Celal, Tütüncü Haydar vb. hepsi yerli yerindeydi. Gazinolar susmuş, sahilde yerine Tilla açılmıştı. Tek fark, artık sahilde kimse mayolarla dolaşmıyor, hemen evinin önünden denize girmiyordu.
Bir süre sonra Karşıyakalıların banyo dedikleri özel iskele ve denize girme yerleri de kaldırılıp yıkılacak, yeni bir yaşama doğru, hızla değilse bile adım adım ilerlenmeye başlanacaktı.
Savaş bitmiş, ülkede ve dünyada büyük değişimler başlamıştı. Arkasından NATO ve Amerikalılar geldi, bu değişimi daha da hızlandırdı.
İzmir yaşamında kanımca önemli etkileri olan ve aşağı yukarı otuz yıl süren bu zaman dilimi (NATO’lu İzmir) üzerinde ayrıca durulmalıdır.
Karşıyaka’dan, önce ilkokul öğrencisi sonra da ortaokulu bitirmek üzere bir çocuk olarak iki defa ayrıldım. Anadolu’nun çeşitli küçük kasabaları, sonra da İstanbul…
Şaşkınlıklarım hâlâ aklımda. İzmir, özellikle Karşıyaka’daki yaşam, ülkemizde o zamanlar bir benzeri olmayan yaşamdı. İstanbul’da bile!
Sanki İzmir bu ülkenin, bu toplumun şehri değildi, evler de, sokaklar da bir başka türlü, insanlar bir başka insanlardı; farklı bakıyor, farklı konuşuyorlardı…

Yoksa bana mı öyle geliyordu, çocukluk yıllarımın özlemlerinden bir türlü kurtulamıyor muydum? Hayır! O zamanlar Anadolu, terk edilmiş bir dünyanın kasabaları, köyleri ve şehirleri gibiydi.
İki üç yıl oluyor, konuşuyorduk, soru hangimizin aklına geldi şimdi hatırlamıyorum: “Ya rahmetli babamız İzmir’den ayrılmak, Anadolu’da memuriyet kabul etmek zorunda kalmasaydı?” Ama ikimizin de cevabı aynı oldu; şüphesiz, başka insanlar olacaktık.
Abim Attilâ İlhan İlkokulu (Karşıyaka Cumhuriyet İlkokulu) yeni bitirmişti, ben ilkokul öğrencisiydim. Karşıyaka’nın (şimdi daha iyi değerlendirebiliyorum) daha çok bir İtalya şehrine veya Güney Fransa taşrasına yakın ama Anadolu, hatta İstanbul yaşamına katiyen benzemeyen yaşamından, havasından bir günde Orta Anadolu bozkırıyla yüz yüze gelmenin şaşkınlığı unutulur gibi değildi.
Saz damlı evler, toprak, kışları ayak bileklerine kadar çamur sokaklar, asıl önemlisi, hemen her yerde mandalar (o zamana kadar hiç görmemiştik), inekler, pisliklerini toplayıp tezek yapmak için ineklerin arkasından koşan, avuçlarını açan kadınlar, çocuklar ve boylarındaki çivili kurt tasmalarıyla mağrur karabaşlar.
Nerede iri yarı bir köpek görsem, hâlâ yolumu değiştiririm, korkarım. Ben ilkokul öğrencisiydim; bir gün öğretmenimiz resim-iş dersinde, “herkes istediği resmi yapsın” dedi, ben de yapabildiğim tek resmi, resim defterine çizdim.
Bu, Karşıyaka’da öğrendiğim, bir körfez vapuru resmiydi. Büyük bir olay oldu, ben de şaşırdım, sınıf arkadaşlarım başıma toplandı. “Bu ne resmi?” diye sordular, “Vapur resmi dedim”,bunu “Vapur nedir?” sorusu izledi.
Açıklamaya çalıştım, kaçınılmaz soruyla yüz yüze geldim. “Deniz nedir?” Nedenleri farklı da olsa hepimiz hayretler içindeydik.
Hâlâ aklıma geldikçe şaşmamak elimden gelmiyor; okula giderken, bazen sokakta kadınlarla karşılaşıyordum, henüz ilkokul dördüncü sınıf öğrencisiydim, beni görünce yüzlerini çarşaflarıyla kapatıyor, sırtlarını dönerek geçmemi bekliyorlardı.
Ilgin’dan sonra Balya, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın vefatı, arkasından babamın doğuya tayini, bizim okula devam etmek için tekrar Karşıyaka’ya dönüşümüz ve İkinci Dünya Savaşı.
Karşıyaka istasyonundan tekrar Anadolu’ya, Bahçe’ye doğru yola çıktığımızda çok şey değişmişti. İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı sefalet, hastalıklar, korku ve mahrumiyet, asıl önemlisi güvensizlik, kötü koşulları daha da kötüleştirmişti.
Bakımsız -terk edilmiş de denebilir- sokaklar, korku veren harap duvarlarıyla terk edilmiş gibi duran evler, çekingenlikten öte korkak köylüler…
Ne kadar kötü koşullar içinde olursa olsun, bir Karşıyaka çocuğunun bunları anlamasına imkan yoktu. Anadolu’da o zaman yaşadığım yerler, şehirler, kasabalar, İzmir ve Karşıyaka ile aynı ülkenin şehirleri, kasabaları olamazdı.

Muhakkak terk edilmiş bir ülkedeydim.
Sonra tekrar Karşıyaka! Yaşlanmıştı, yeni bir yaşama ayak uydurmaya çalışıyor görünse de, aslında eski günleri korumaya çalışıyordu. Çok çalıştı, ama gücü yetmedi, başaramadı.
Sonra birden her şey değişti.
Yoksa değişen ben miydim?
Karşıyaka çocuklarının hiçbiri yok artık!
________________________________________________________________________________
Cengiz İlhan, Avukat, Yazar
Doğum tarihi : 21 Haziran 1927
Ölüm tarihi : 30 Temmuz 2011
Cengiz İlhan, hukukun yılmaz savunucusu, kelime ustası ve duyarlı bir yazar olarak hatırlanacak bir isimdir. İzmir’in Menemen ilçesinde 1927 yılında dünyaya gelen İlhan, yaşamının çoğunu adaletin ve sanatın hizmetinde geçirdi. Karşıyaka’nın huzurlu sokaklarında başlayan eğitim yolculuğu, babasının memuriyeti dolayısıyla Anadolu’nun çeşitli kentlerine uzandı. Kardeşi Attila İlhan ile birlikte İstanbul’daki Işık Lisesi’ni bitirdikten sonra, hukuk bilgisini derinleştirmek için İstanbul Üniversitesi’nin kapılarını araladı.

Paris’e kısa bir süreliğine ağabeyi ile ayak basan Cengiz İlhan, maceraperest ruhunu geride bırakıp akademik serüvenini tamamlamak için yurda döndü. İzmir’de avukatlık yaparak adını duyurdu ve 1974 ile 1978 yılları arasında İzmir Barosu’nun liderliğini üstlendi. Türkiye Barolar Birliği’nin temellerinin atılmasında önemli rol oynayan İlhan, birliğin kurucu yönetim kurulu üyesi ve başkan yardımcısı olarak da görev aldı.
Meslek yaşamından renkli insan manzaralarını aktardığı yazılarıyla Demokrat İzmir, Milliyet gibi önde gelen gazetelerde okurlarla buluştu. İlhan, aynı zamanda evli ve üç çocuk babasıydı. İlhanın yaşamı, 2011 yılında İzmir’de son buldu.

Cengiz İlhan, hukuk yazılarının yanı sıra deneme, anı ve öykülerle de edebiyat dünyasında iz bıraktı. 60’ların ortalarına dek Varlık dergisinde yayımlanan öyküleri, adliye koridorlarında dolaşan insanlığın çeşitli yüzlerini sergileyen kitaplarıyla okurun ilgisini çekti. “Özgün Bir Şehir-Gâvur İzmir’den Türk İzmir’e” eseri içindeki “Karşıyaka Çocuğu” bölümü ile geçmişin Karşıyaka’sını anlatırken, “Umursanmak” kitabındaki hikâyelerle de insanın varoluşsal çabasını ve toplumdaki yerini sorgulattı. Henüz yayınlanmamış bir hikâye kitabı ve tiyatro eseri, onun edebiyat dünyasına katkılarının devam edeceğinin müjdecisi niteliğindedir.
Sayın Cengiz İLHAN’ı saygı, sevgi ve rahmetle anıyor ve hatırlıyoruz.
Cengiz İlhan / Karşıyaka Çocuğu / 1
Cengiz İlhan / Karşıyaka Çocuğu / 2
Cengiz İlhan / Karşıyaka Çocuğu / 3
1 Yorum
Sevgili Cengiz İlhan, sizin anılarınızın bu bölümünü okumak, sizin çocukluk yıllarınızı ve Karşıyaka’nın o tarihlerdeki yaşantısını öğrenmek gerçekten çok keyifliydi. Üzüm hoşafıyla ekmek dolması yemenin ve Karşıyakalı çocukların iftar topunu beklemelerinin o günleri yansıttığını, güzel bir şekilde aktardığınızı düşünüyorum. Ben de teşekkür ederim bu güzel hatıraları bizimle paylaştığınız için. Saygılarımla.