1950’ler Karşıyaka’da Deniz
Ama, denize adımınızı atıp taşlara basarak biraz ilerledikten ve yerine göre, 2-3 yahut 8-10 adım attıktan sonra, su ister dizinize, ister kamınıza kadar gelmiş olsun; yüzyıllar boyunca bugünkü Karşıyaka’nın yanı başımdan körfezin içine akmış (ve sonra yatağının denize dökülme yeri değiştirilmiş, ilkçağda olduğu gibi Foça’nın yanına yöneltilmiş) Gediz’in deniz tabanına yaydığı ince kumlara ayağınızı basardınız.
Yalnız, sizin keyfinizi eksiltmek bahasına, bu kumlu taban, yosunlu idi; pek ince uzun şerit biçiminde özel bir yosun türü, bütün körfezin sığ bölümlerini (arada yer yer, kimi üstten görünmez kimi görünür yosunsuz kumsal boşluklarım adacık gibi bırakarak), kaplardı, ömrünü tamamlamış yosunlar, dipten koparak, hemen hemen her yerde, kıyıya yığılır ve özellikle Güzelyalı’da, bir de Karşıyaka’nın o zaman Papaz denen bati ucunda, alçak set duvarının dibinde birikerek, kendine özgü bir koku yayardı; o nedenle, şimdi Güzelyalı denen semtin eski adı, Kokaryalı imiş.
İzmirliler bu kokuya alışkın idiler hatta onu severlerdi; yabancılar ise, kendileri de İzmirli oluncaya ve kokuya burunları alışmayacak kadar yadırgar, sevmezlerdi.
İzmir’de denize girme mevsimini, daha Mayıs başında, kentin gariban semtlerinden gelme çocuklar Kordon’da, Karşıyaka Yalısında açar, yâni bunlar beşer onar kişilik kümeler hâlinde oralara gelip herkesin gözü önünde anadan doğma soyunarak güle oynaya denize girer, yüzer, bağrışır çağrışır; soma güneşte kendilerini kurutarak, kıyıda bıraktıkları giyeceklerini yeniden üstlerine geçirirler, giderlerdi.
Bu donsuz çocuklar tâifesi dışında deniz düşkünleri, Karşıyaka yalısından yahut Konak-Güzelyalı arasındaki kıyı evlerinden, kıyıya açılan sokakların ucundan, boş arsalardan denize girmek için Mayıs sonu-Haziran başı günlerim beklerdi.
Karşıyaka’nın bütün gençleri çok iyi yüzerdi; hatta, komşumuz Makarnacı Hakkı (Elbirlik) Beyin üç oğlundan ikisi, İsmet ile Fikret, akıllarına estikçe, kendi evlerinin önünden denize girip Alsancak iskelesine kadar yüzerek gider gelirlerdi; bir kez, Pasaporttan Karşıyaka’ya gelen körfez vapurunda yolcunun biri, denizin ortasında kulaç atan Fikret’i görünce, “Denize adam düşmüş” diye feryad eder, bütün yolcular o yana yığılır, vapur durup filika indirir, filika Fikret’in yanına gelir; o da ayıp olmasın diye filikaya binip küreği kendisi çekerek vapura geçer.
Ben Alsancağa yüzerek gidip gelmeye kalkışmadım ama, şimdiki anıt yakınında bulunan kendi evimizin önünden Alaybey Tersanesine kadar yüzmekle gidip döndüğüm çok olmuştur.

Her gün saat 10’da mahallenin bütün çocuklarıyla birlikte denize girer, bağıra çağıra denizin keyfini sürer, suyun altında yüzer ve orada gözümüzü açarak denizin dibini inceler, yengeç yakalar, midye çıkanr, denize girmek için kullandığımız belli yerde tabana yayılmış taşlan ayıklar, biraz açıkta demirli kayık, şarpi vb. varsa (ki çoğu’ zaman olurdu) ona kadar yüzüp üstüne çıkarak orada güneşlenir; parmaklarımızın ucu çamaşıra kadın parmağı gibi buruşasıya, üzerimize hafif titreme gelesiye kadar denizden ayrılmazdık.
Karşıyaka’da, gel-git olayı, denizin zaten pek sığ olan o zamanki kıyı bölümünde, yalı caddesi set duvarcığının dibinde, suyun bu duvardan 1-2 m. ileriye kadar çekilmesine; hatta, Beşikçilerin, Çolakzâde’lerin evi önünde, otla kaplı olmayan kumlu deniz dibi bölümlerinin adacıklar halinde ortaya çıkmasına yol açardı.
Böyle zamanlarda, çekilen denizin geçici olarak ortada bıraktığı kendi dibi, biz çocuklar için pek ilginç bir oyun, inceleme ve öğrenme alanı işlevindeydi; kumsal bölümde, deneyim kazanmış gözlerimle farkettiğim küçük deliklerin yanıbaşından elimi kuma dikine gömmekle oradaki sülünez’i tutup (balık yemi diye kullanmak için) çıkarır, alçak set duvarı dibinde kaygan yeşil bir yosunla kap kaygan yeşil bir yosunla kaplanmış irili ufaklı taşları birer birer kaldırıp bunların altında kaynaşan deniz böceklerini ilgiyle inceler; bol bol yengeç yakalar, yakalanan yengeçleri kıskaçlarıyla canımı acıtamayacak biçimde tutmasını becerir (iki yandaki kıskaçlı kollarım, tek elimin baş parmağıyla ve işaret parmağıyla birbirine doğru ittirir biçimde hafifçe bastırarak, yâni hayvancığın bu kıskaçlı kollarını kullanmasına olanak vermeyerek, onu tutardım), bazen kaldırdığım taşın dibinde kalakalmış kaya balıkları bulup onları deniz suyuyla doldurduğum bir cam kavanozun içine atar, uydurma bir akvaryum oluştururdum.
Şimdiki anıt ile iskele arasında orta yer yakınında, kıyıdan 4-5 m. kadar açıkta, ancak dizlerime kadar gelen suyun içinde kumsal taban üzerinde yürürken, su yüzeyinin yakınında sürüler hâlinde gezen pek küçük balıkları iki avucumu birden ayrı ayrı yanlardan suya daldırıp tam minyatür sürünün altında birleştirerek ve sonra bu avuçtan kepçeyi, orada kalan minicik balıklarla birlikte sudan çıkararak, yakalamaktan, su dolu cam kavanozuma koyup eve götürmekten pek keyif alırdım.
Yazık ki o minicik balıkların böyle bir kap içinde oksijen eksikliğinden can vereceğini henüz bilmiyor ve onların daha bir gün geçmeden ölmelerine akıl erdiremiyordum.
Ekmek Karnesi Günlerindeki Kar Afeti
İkinci Dünya Savaşı günlerinde, belki de ülke 18 milyonluk nüfusu içinde üretim yapabilecek yaştaki güçlü kuvvetli erkeklerini asker edip üretimden alıkoyduğu için, tarımsal üretim yetersizliğe düşmüş ve ekmek, karneye bağlanmıştı.
Eski “Nüfus Hüviyet Cüzdanı” defterciklerinde arka kabın iç yüzüne vurulmuş görülen “Ekmek Karnesi Verildi” damgası, o günlerden kalmadır.
Ekmek karnesi, aslında; pul bloku biçimindeydi yani küçücük pullara yahut kuponlara bölünebilecek büyükçe bir kağıttı.
Herkese muhtarlar eliyle bunlar, sayı ile, dağıtılmıştı. Fırından ekmek almak için, yalnız para vermeniz yetmezdi; o “ekmek karnesinden koparacağınız kuponu da verir, günlük hakkınız olan ekmeği alırdınız.
İşte böylesine sıkıntılı günlerde, Türkiye’nin o dönemdeki genel geriliği, yoksunlukları üstüne bir de var olanların ortadan kalkmasının eklendiği yetmiyormuş gibi, 1944 yılında, İzmir’e, o güne kadar görülmedikten başka daha sonra da benzeri görülmemiş bir kar âfeti çökmez mi?
İzmir’e hiç kar yağmaz değildir, her yıl bir iki kez serpiştirir ama kent içinde yollarda, meydanlarda, ev bahçelerinde, çatı üstlerinde bir beyaz örtü oluşturabildiği pek seyrek görülür, oluşturabildiği zaman dahi o beyaz örtünün bir iki günden fazla ömrü olmaz.

Böyle iken, 1944’te, öylesine bir kar yağdı ki, inanınız abartmıyorum, kent içinde her yerde dahi yüksekliği diz boyu oldu; böyle bir şeyin olabileceğini hiç öngörmeden yapılmış düz çatılardan birkaçı, o arada Karşıyaka’da iskele yakınında bulunan Melek Sinemasının çatısı çöktü!
Bu birşey değil; asıl önemlisi, bütün ulaşım durdu ki, bunun anlamı, İzmir’den Karşıyaka’ya buğday gelememesi ve fırınlarda ekmek yapılamaması demek oldu.
Ekmeksizliğin ilk gününü hiç unutmuyorum. 8 yaşındaydım ve babam, ekmek karnesi yapraklarından kopardığı 4 küçük kuponu yani kendisinin, annemin, kızkardeşimin ve benim hakkım olan ekmeği almamı sağlayacak kuponlan elime tutuşturup, çarşı girişinde sağda Berber Hilmi’nin dükkanının yanındaki fırından bize ekmek alması için bunlan Hilmiye vermemi istedi.
Gittim ama, ne göreyim? Fırında ekmek olmadıktan başka, orada biriken halk, her nedense, fırında unlar, ekmekler karaborsa yüksek fiyatlarla satılmak için saklanıyor da un gelmedi, ekmek yapılamadı deniyor.
Bu neden ile, fırına saldırmışlar, içerisini kırıp geçirmişler. Berber Hilmi’ye kupon vermekle alınacak ekmek filân yok; kös kös eve döndüm.
Yemek işini o günlerde nasıl ayarladık bilmiyorum; herhalde pilâv, makama gibi, ekmek aratmayacak bir şeyler yemişizdir.
Ekmek kıtlığı öyküsünden sonra, bir de yağ kıtlığı öyküsü anlatayım.
Yine savaş ve yokluk yıllarında, çok sıcak yaz günlerinde idik. Birçok yiyecek maddesi bulunmuyordu ve sadeyağ (o zaman Türkiye’de margarin üretilmiyordu, kullanılmıyordu) bunların başta gelenlerindendi.
Babam her nasılsa, eş dost sâyesinde bir yerlerden, bizim ev halkı olarak gereksinmemize uzunca süre yetecek kadar sadeyağ bulmuş; o dönemde kim bilir ne kadar pahalı olan yağın bu büyükçe miktarını, kendi dar olanakları içinde parasını ödeyip alarak evimizde tel dolaba koymuş.
O zaman buzdolabı Türkiye’de yapılmıyordu ve tüm Karşıyaka’da ancak üç beş zenginin evinde bulunurdu. Yazın kızgın sıcağında, çarşıda, örneğin tütüncü Haydar’ın (Eden) dükkânında satılan uzun buz kalıplarından 25 kuruşluk, 50 kuruşluk parçalar satın alınır, paket gibi sicime bağlanarak bu siciminden tutmakla eve getirilir; (galvaniz denen, paslanmaz teneke benzeri) ince saçtan yapılmış musluklu kapların (buzlukların) ortasına üstteki delikten konan, yine galvanizden, silindirik buz yerine o buz, parçalanarak yerleştirilir; kabın içine daha önce konup böylece soğutulan su buzluğun küçük musluğunu açıp bardağa akıtılır, içecek soğuk su gereksinmesi bu yoldan sağlanırdı.
Yemekler ise, mutfakta genellikle duvara çakılmış kalın bir çiviye asılı tel dolaplara, yâni her yanı açık, ama sinek girmesin diye yanları telle kapatılmış dolaplara konurdu.
Bizim sadeyağlar da öylece, mutfaktaki tel dolapta çukur kaplara yerleştirilmişti; çünkü, kızgın sıcaktan, tümü, ayran kıvamında sıvı hâlinde idiler.
Bir gün, aklıma esti, kapımızın önünden, komşumuz İlhami Beyin yaptığı gibi, balık tutmağa heveslendim. Ama, olta nerelerdeydi acaba?
Annemin oltayı genellikle tel dolap üstüne koyduğunu biliyordum, oraya gittim. Ne var ki, boyum yetmiyordu dolabın üstünü göremiyordum ve orasını elimle rahatça yoklayamıyordum.
Orada oltayı arayayım derken, koca dolap gümmm diye yere düşmez mi?
Kaplarda ayran kıvamına gelmiş kilolarla sadeyağı mutfak tabanına dökülüp saçıldı, rezil oldu.
“İhmal, teseyyüp, tedbirsizlik suretiyle” zarara yol açtığım için dayak yiyeceğimden kuşkum yoktu.
Oysa, babam eve gelip vukuatı öğrenince, bana yalnız, kızgın olmaktan çok kırgın bir bakış cezası verdi, o kadar.
Deli Kemal
Her mahallenin, her köyün bir delisi olur; tüm Karşıyaka’nınki değilse bile bizim semtin ki, Deli Kemal idi.
Onu, iskeleyle gümrükçü barakasının (1950’den başlayarak, 10 yıl kadar da, benzinci barakasının) bulunduğu köşe arasında aşağı yukarı orta yerde, Gazanfer Beyin evi önünde görürdünüz.
O zamanlar, yalı caddesi bahçeli evlerinin hemen hemen tümünde, bahçenin önünde yâni cadde kaldırımına ulaştığı yerde, taştan örülmüş düzgün, güzel, alçak bir taş duvar; onun üzerinde de, kalın ve upuzun mızrak biçiminde demirlerin yan yana sıralandığı yüksek bir parmaklık dizisi bulunurdu.
Deli Kemal (ondan hiçbir zaman yalnızca Kemal diye söz edilmez, mutlaka, yiğit misâli, lâkabıyla anılırdı) orada, poposunu alçak duvarın üst yanma yan iliştirmiş, dururdu.
Deli olmakla kalmıyordu; çok iri kıyım gövdesinin yukarı bölümü, ileri kamburluk sonucu eğilmiş gibi, bükülmüştü, oysa sırtında kemik deformasyonu ve kamburluk çıkıntısı görülmüyordu.
Üstüne üstlük, sağ kolunda da bir sakatlığı vardı; bu kol, her zaman, dirsekten bükülmüş durur ve yumruk edilip parmaklan kapanmış sağ el, hep karnının üstünde beklerdi.
Deli Kemal, dilenci değildi. Nerede ne tür barınakta yaşıyordu bilmiyorum; gündüzleri, görev yerine gelmişçesine, anlattığım yerde bulunurdu.

Kimseden hiçbir şey istemezdi, ama oradaki evlerin insanları ona yiyecek bir şeyler, eskimiş giysiler filân verirlerdi. Ufak tefek işler yaptırdıkları, örneğin bahçeye alıp hortumu eline tutuşturarak “Şu ağaçları, çiçekleri sula bakalım” dedikleri; bir testi verip birazdan anlatacağım “artezyen”den Yamanlar suyu getirmesini istedikleri, Deli Kemal’in bu gibi işlerle üç beş kuruş bahşiş kazandığı da olurdu.
Kaldırımdan, onun önünden geçecek yabancılar, özellikle semtin yerlisi olmayan çocuklar, ondan ürker, iyice uzağından dolanırlardı; oysa Deli Kemal’in kimseye zararı dokunmazdı ve bizler, mahallenin çocuklan, ondan hiç korkmazdık.
Deli Kemal, konuşamaz; konuşmak istediğinde, ağzından yalnız “Ğoğo ğo” gibi bazı anlaşılmaz sesler çıkardı. Kimliği hakkında en küçük bilgimiz yoktu; adının Deli Kemal olduğunu bile “rivâyete müsteniden” biliyorduk.
Deli Kemal bir yerden ötekine giderken, hiçbir zaman yürümezdi. “Yürümez de ne yapardı?” diyeceksiniz; koşardı.
Ama, koşması da görülmemiş bir koşma idi: Başı, kamburumsu üst yan iğriliğinin onu zorladığından çok daha fazla, yüzü yere paralel gelecek kadar bükülmüş, sağ kolu her zamanki gibi dirseğinden kıvrılıp eli yumruk hâlinde kamının üstüne yapıştırılmış, sağ bacağıyla yavaş bir koşu adımı, sonra her iki bacağıyla hızlı birer koşu adımı atarak, bu 1-2,1-2 temposuyla olurdu onun koşması.
Az önce, artezyen, Yamanlar suyu diye bir sözümüz olmuştu. 1940’ların başında, Karşıyaka iskelesinin kuzey yakınında, toprak zeminli deniz kıyısı kaldırımının orta yerinden, iki boru çıkıyor ve bunlardan içilir su akıyordu.
Bu düzeni Belediye yaptırmıştı. Çünkü, daha önce Karşıyaka’nın nüfusu 10 000 dolaylarında iken; Yamanlar Dağında oluşan ünlü Yamanlar suyu, bir yerlerde, herhalde Küçük Yamanlar tepesi dibinde şimdi de çalışan su tesislerinde, yeraltında yakalanıp Karşıyaka evlerinin su şebekesine verilirdi; oysa, nüfus ve evler çoğalınca, oradan çıkarılan su yetersiz kalmış, borularla İzmir’in Halkapınar’dan Karşıyaka’ya da su uzatılmış ve evlere karışık su verilmeye başlanmıştı.
Ne var ki, Halkapınar’dan çıkan suyun sağlıklı, içilebilir, sıradan su olmasına karşılık, alıştığımız Yamanlar suyu içilebilir su değil, içilecek su idi. O zamanlar, şişelere doldurulmuş üstün nitelikli, içilecek su satan hiçbir kuruluş yoktu; hatta, kızgın yaz günlerinde iskelede vapur beklerken dili damağına yapışıp susamış olanlar, iskele yolcu bekleme salonunun girişinde sol yanda duran bir su satıcısının, kocaman bir cam kavanoz içinde buzla soğutulmuş suyunu, alt yandaki küçük musluğu açıp bardağa akıtmasıyla, 10 paraya içerlerdi; ücret, ben biraz halkın “artezyen” dediği iki borudan, deniz ve iskeleyle arası daha kısa olana herhalde biraz deniz suyu ile karışmış bir içme suyu geliyordu ki, onun içimi yavandı; ama ötekinden, alışık olduğumuz basbayağı Yamanlar suyu akıyordu.
Deli Kemal, eline verilen testiye su doldurmak için, o acayip koşuşu ile, işte oraya gider gelirdi. Bir gün, Deli Kemal her zamanki yerinde görülmedi; izleyen günlerde de gelmedi; öldüğü duyuldu.
Mahallede hiç kimse, neden, nasıl, nerede öldüğünü soruşturmadı, merak bile etmedi.
Deli Kemal, eski Karşıyaka’yla birlikte resimlere de göçemedi, çünkü mahallenin insanlarından herkes aynı mahalleden birileriyle resim çektirmişti ama onunla birlikte resim çektiren hiç olmamıştı; tek başına bir resmi de, herhalde, ömrü boyunca hiç çekilmemişti.
Yalıda Gamalı Haç Vukuatı
Eskiden, 1922 öncesinde, İzmir Rumları ve Levantenleri, körfezin içinde, gece karanlığında, gümrük kaçağı mallan gemilere yüklemek, gemilerden almak gibi işleri çok yaparmış; bunu önleyebilmek için Osmanlı, deniz kıyısında bazı yerlere, içinde “Gümrük muhafaza memuru” görevlilerin kaldığı, denizi gözetim altında tuttuğu denetleme kulübeleri dikmiş.
Bunlardan, 1940-45 sıralarına kadar, boş olarak, ayakta kalan bir tanesi, şimdi anıtın bulunduğu köşede, ama henüz anıtın yerine kadar deniz doldurulmuş, deniz kıyısı oralara götürülmüş olmadığından, evlerin çok daha yakınında, o zamanki kıyı köşesindeydi.
Yaklaşık 2.5 m. x 2.5 m. kare tabanlı, tahtadan, koyu gri boyalı bir kulübeydi bu. Bir ara, tam karşıdaki evlerden birine bir savcı taşınmıştı, galiba onun isteği üzerine, orada Emniyet örgütünce “bir nokta ihdas edildi”; yâni orada mutlaka bir polis memurunun görevde (ne görevinde?) kalması uygun görüldü; savcı bey gidince, bu uygulamaya da son verildi.
Galiba 1945’te idik; Karşıyaka polis karakolunu dehşete düşüren bir vukuatla karşılaşıldı; devlet malı olan ve üstelik pek yakın zamanda “nokta” kulübesi olarak kullanılan işbu kulübenin yalı caddesine ve evlere bakan ön yüzüne, hüviyeti ve eşkâli (polis deyişiyle: eşgali) belirlenememiş meçhul şahıslar, tebeşirle, kocaman kocaman gamalı haçlar çizmişlerdi!

Bu, besbelli ki, Türkiye Cumhuriyeti devletinin faşist ilân edilmesi, faşistlikle, Nazi olmakla suçlanması demekti.
Bir telli dosya dolaptan çıkarıldı ve bütün yazılan bu dosyaya konmak üzere, tahkikat açıldı. Hayli iri göbekli bir polis, kulübenin önüne geldi, soruşturmayı yürütmeğe başladı.
Kimden bilgi alınacak? Elbette ki, o trafik yokluğu günlerinde, bütün gün sokakta, kulübe çevresinde oynayan çocuklardan. Onlar, zaten polisin geldiğini görünce, hemen seğirtip kulübe önünde toplanmışlardı.
Daha polisin, “Bu çizgileri kim çizdi, gördünüz mü?” diye sormasıyla, içlerinde en uzunu, atıldı:
-Ben çizdim.
-Ne diye çizdin?
-Hiiiç…
Dosya kapandı, çünkü ortada “cürmî kasd” bulunmadığı besbelliydi; harcanan telli dosyaya, istasyon yakınındaki karakoldan bu kulübeye kadar yürüyen göbekli polisin zahmetine yazık oldu.
Toplanan çocuklar arasında anımsadığım, eczacı Kenan Unaran’ın oğlu Ergun, benden ve mahallenin o zamanki bütün çocuklarından birkaç yaş daha büyüktü; hem bilgili hem de marifetliydi, önce bilgisi üzerine bir örnek verelim.
Benim çocukluğumda, analar babalar, çocuklarına cinsel eğitim vermeyi ayıp sanırlardı, utanırlardı, çocuğun eline bu konularda bir kitap vermekten bile çekinirlerdi.
Ben, cinsel ilişkilerin mekanizması konusunda ana bilgileri, 8-9 yaşlarından başlayarak mahalledeki arkadaşlarımdan öğrendim.
Mahallede, yaşıtlarımdan Erten (Dalman) ile Erol (özduran)’a, ana babamızın şöyle şöyle bir iş yapmaları sonucu bizim doğduğumuzu ilk kez anlatan, Ergun imiş; üçü birlikte sokakta benim yanıma geldiler, anlatılan birkaç cümleyle bana da özetlendi.
Ben, “Hadi siz de oradan!” dedim. Ergun, hüzünlü hüzünlü
Erten’le Erol’a döndü:
-Ben demedim mi size, “İnanmaz” diye?
Mârifetliliğine de şu örneği vereyim: Onların evinde, önde küçük, arkada büyük bir bahçe vardı ve her ikisinin güney yanından 1675. Sokak geçmekteydi.
Ortasında tıpatıp Marmara Denizi haritası uygulanarak yapılmış küçücük bir havuzun bulunduğu arka bahçenin eve bitişik, üstü örtülü bölümünde, bir gün, Ergun mahallenin bütün çoluk çocuğunu topladı; kimya ve optik üzerine edindiği bilgilerden yararlanarak öyle bir gösteri düzenledi ki bütün küçük izleyicilerini hayran bıraktı.
Hangi kimya deneyleriyle gösteri yaptığı aklımda kalmamış ama, bildiğimiz siyah-beyaz negatif fotoğraf filmlerini beyaz perdeye yansıtan bir tür projeksiyon düzenini kutularla, merceklerle hazırlayıp işlettiğini çok iyi anımsıyorum.
Sonradan İzmir’in hatta Türkiye’nin en yetenekli Mimarlarından biri olmasına şaşmamalı.
Mahallemizin çocuklarından, yaşıtım biri vardı; adı lâzım değil. Onun, yeteneği yahut bilgisi yönünden alkışlanacak bir kimliği hiçbir zaman olmadı ve lise 1’den sonra okuyamadı; ama zaten bu söylediğim niteliklere, okumaya hiç gereksinme duymadı çünkü kendisine babasından eşek yüküyle para, bir sürü mal mülk kaldı.
Onun da, bu hallerine rağmen, bana verdiği çok önemli bir “hayat bilgisi” dersi vardır. 1945 dolaylarında, buna yeşil boyalı, büyük bir oyuncak otomobil alınmıştı; içine binip ayakla bir tür pedal düzeni oynatılıyor, tekerlekleri dönen otomobil yürüyordu; direksiyonu da vardı.
Hazret bununla bizim mahallede, trafiği o zamanlar hiç olmayan yalı caddesinde gezerken, bizler, mahallenin diğer çocukları, hayran hayran onu izler, arkasından koşardık; “Azıcık bana versene, ben de şuna bineyim” derdik.
Zekâsıyla seçkinlik göstermekten uzak bulunmasına rağmen, toplumsal düzenin gerçeklerini iyi kavramıştı hazret. Bize, “Çalışan, kazanır” derdi; “Haydi beni ittirin bakalım, sonra ben de size otomobilimi biraz veririm, binersiniz”.
Ayaklarını pedaldan yukarıya kaldırır, bekletir, biz oyuncak otomobili ittirerek yürüttükçe bu zahmetsiz yolculuğundan pek keyiflenir, direksiyonu sağa sola çevirir, sonra lütfedip inip bizlere bir 10 dakikalığına verirdi otomobilini.
İşte emek sömürüsünün, hem de “Çalışan kazanır” diye, pek aklı başında görünen ama içi kof bir yave ile yürütülüşüne en ders verici bir örnek.
Ben, “Çalışan kazanır” lâfının sahteliğini o günlerde öğrendim (“Kanundan kaçılmaz” lâfi doğru mu imiş değil miymiş, onu da Bornova’da, Ege Üniversitesinin Profesörler Sitesindeki konutumuza 1978 yılında girip fotoğraf makinelerimi, kaset çaları radyomu götüren ve hâlâ kimliği bile saptanamayan hırsız öğretti).
Çalışan kazanıyor, çalışmayan kazanamıyorsa, nasıl oluyordu da, kimsenin oyuncak otomobilini ittirmeyen, tersine kendi oyuncak otomobilini bizlere ittirten hazret, oyuncak otomobilin sahibi ve sürekli kullanıcısı, sürekli “Kazanan” olabilmişti?
Bom Bili Bom
Benim ilkokul yıllarımda, o zaman eski bir kilise yapısında hizmet, veren okulumun (Karşıyaka Cumhuriyet İlkokulu) Celâl Bey Sokağına açılan demir parmaklıklı ön avlu ana girişi yanı başında, küçücük, tek pencereli, penceresinin kepengi koyu yeşil boyalı bir kundura tâmircisi dükkânı vardı.
Komşumuz kundura tâmircisi, kafasını çalıştırmış, bitişikteki ilkokulun küçük öğrencilerinden bir clientele (alıcılar, müşteriler çevresi) olarak yararlanma fırsatını kaçırmanın aptallık olacağını sezmişti.
O küçücük yerde, kundura onarımı çalışmasını sürdürmekle birlikte, kurşun kalem, mürekkepli kalem ucu (o zamanlar tükenmez kalem vb. yoktu; dolmakalemler de hep mürekkep akıtıp insanın elini, üstünü başını rezil eder, resmî dairelerde bile hokka içindeki mürekkebe ucu banılmakla yazı yazan “mürekkepli kalemler kullanılırdı), mürekkep, mürekkep hokkası, defter satardı.
Yiyecek pek satılmazdı; çünkü şambali, keten helva, hatta yuvarlak minik teneke kaplar içinde aşure satanlar okulun önünden eksik olmazdı.

Yalnız, eski defterlerden koparılmış yaprakla külâh yapılıp o külâhın içine doldurulan leblebi tozu, bir de, ikramiyeli bir tür üzüm ezmesi, dükkânda her zaman bulunuldu.
İkramlık şekerlerin sarıldığı gibi küçük kâğıtlara sarılmış uydurma üzüm ezmesi tabletlerinin tanesi 1 kuruştu. Kâğıdı açardınız, onun içinden, üzüm ezmesi tabletinin yanında bir de resim parçası çıkardı ve bunun üzerinde bir sayı olurdu.
Siz her gün birer ikişer üzüm ezmesi almakla resim parçalarını tamamlamağa çalışırdınız ve 30 parçayı bulup tamamlayabilir iseniz, bunu, gerçek adı ve kimliği üzerine hiçbir şey bilmediğimiz, Bom Bili Bom diye andığımız hazrete verirdiniz; ondan, kazanmış bulunduğunuz yarım kilo üzüm ezmesi gibi abuk sabuk bir armağan alırdınız.
Üzüm ezmelerinden çıkacak resimlerin hangi numaralı resimler olacağı elbette ki rastlantıya bağlıydı ve elinizde birçok resim parçasının, diyelim 5 ile 12 numaralı parçaların, gereksiz fazlalıktan birikirdi; buna karşılık 7 ile 17’ye zor rastlanır; 27 ise pek çok zor çıkardı.
Aradan yıllar geçti; ben liseye gitmeğe başladım. Bom Bili Bom’un özel yaşamında kim bilir neler oldu; belki de eşinden ayrıldı, cinsel açlığa düştü. O sünepe, karınca incitmez adamın küçük öğrencilere, şimdiki deyişle “cinsel tâciz”de bulunmaktan tutuklandığını, hapse girdiğini, küçük dükkânının kapandığını duymaz mıyım?
1945-1950 İzmirinin Günlük Yaşantısından Görüntüler
Bu yaşantı içinden, önce, 19. yüzyıl kalıntısı bazı özellikleri anlatacağım. Yoğurt, asla 250 gramlık, yarım ya da bir kiloluk plâstik vb. kaplar içinde üretilmez ve satılmaz; sadece az çukur tepsilerde yapılır ve alıcısına, oradan, yassı yeri yuvarlak bir malaya benzeyen özel kaşıkla alınıp alıcının getirdiği tabağa yahut kâseye konarak, verilirdi.
Mahalle aralarında, omuzları üzerinde yatay tuttuğu koca bir sırığın iki ucuna tellerle terazi kefesi gibi asılmış yuvarlak tahtalarda yoğurt tepsileri gezdirerek, “Yoğurtçu!” diye bağıra bağıra gezinen yoğurtçular hâlâ vardı ama (benim ilk söylediğim sözcük, “Yoğurtçu!” olmuş) bunların sattığı yoğurdun formülüne pek güven olamayacağından, evin çocukları, ellerine tabak verilip çarşıda Ömer Ağa’nın yahut Sakıp Ağa’nın dükkânına yollanırdı.
Ömer Ağa’nın yoğurdu daha ünlüydü; onun dükkânında, kapının tam karşısında duvara asılmış bir kâğıtta, yoğurdun saflığı garantisi vardı: “Yoğurdumuzun hilesini bulana 100 TL mükafat verilir”.
Şimdi tarihe karışmış bazı satıcı türleri, hâlâ eksik değildi: başının üzerinde tepsisi, koluna taktığı tepsi ayaklığı ile gezinen macuncular; önündeki arabayı ittirerek arabanın orta yerine yerleştirilmiş silindirik metal kap içinde duran dondurmasını satan dondurmacılar; aynı tür arabayla çeşit çeşit turşu dolu kavanozları gezdirip turşu satan ve istenirse bardakla turşu suyu da içiren turşucular; başının üzerinde camekânda taşıdığı susam helvasını, kâğıt helvasını satanlar; kış gecelerinde, îstanbul da bir zamanlar güğümle boza dolaştırılıp satılması gibi, “Tahan pekmeeeez!” satanlar (İstanbulluca tahin denirken İzmirlice tahan deniyordu ve günümüzde de İzmir’in yerlileri öyle der; çünkü Arapça sözcük Türkçe’nin ses uyumu kuralına karşı gelmektedir, ve İzmirli ağzı, onu eğitip Türkçe’ye uydurmuştur); hatta, bin derde devâ kekik suyu, nâne suyu doldurulmuş şişeleri bellerindeki özel bir kuşağın cep gibi bölümlerine dizerek gezen “Kekik suyuuu!” satıcıları…

19. yüzyılın bazı deyişleri, Rumlardan öğrenilmiş bazı sözcükler, kullanımda idi. Örneğin, Abdülmecit zamanında 20 kuruşluk bir para çıkarılmış olduğundan, kilosu 20 kuruştan mal satan pazar esnafı, “Bir Mecid’e! Haydi bir Mecit, bir Mecit!’’ diye bağırırdı.
1922 öncesinde, fırından taze çıkmış poğaçaları camekânlara, tablalara koyup sokakta gezerek satan Rum saftalar, “Fresko!” (Iaze!) diye bağırırlarmış; evlerde pişirilen poğaçaya fresko deniyordu.
İyice küçük yaşımda, yalı caddesinde gezerek evlerden verilen pabuçları boyayan, pabuç boyacısı bir esmer vatandaşımız vardı; Girit usulü pos bıyıklı, iyice şişman ve her zaman kasketli; o da “Lostra!” diye avaz ederdi (bilmiyorum sanılmasın, fresko’nun da, lostra’nın da aslında İtalyanca kökenli olduğundan haberim var).
Dil devrimi yeniydi ve pek çok Türkçe sözcük artık yerleşmiş bulunmakla birlikte, koyu Arapça sözcükler yerine Türkçe’sini kullanma bilinci ve alışkanlığı, biz Atatürk devrimi çocuklarında bile, henüz yerleşmemişti; cankurtaran aracına “İmdad-ı sıhhiye” diyorduk; kırk yılda bir, körfezin üzerinde bir uçağın vızıldadığım duysak “Teyyare!” diye bağrışarak sokağa fırlıyor, elimizi güneşe siper edip bu uygarlık mûcizesini seyretmeğe koyuluyorduk.
Ulaşım ve iletişim olanaklarının pek kısıtlı olması yüzünden, globalleşme süreci henüz kaplumbağa hızıyla ilerliyordu ve Türkiye’de bile yöresel kültürler, şimdikine göre çok daha canlı idiler, yerel sözcükler İstanbul Türkçesinin ittirmesiyle kullanım dışına düşmüş değillerdi; örneğin, İstanbul’da hiç kimsenin anlamadığı çekişte sözcüğü İzmir’de hâlâ kullanılıyor ve “Yeşil zeytin” denmiyordu.
O günden bugüne insan aklının, bilimin buluşları, günlük yaşamı inanılmaz ölçüde kolaylaştırmıştır ve özellikle, ev içinde günlük yaşamı döndürmenin yükünü çeken ev kadınlarının çilesi, yine ağır olmakla birlikte, 1950’dekine göre, pek azalmıştır.
Örneğin tam otomatik çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, merkezi ısıtma düzeni ya da kat kaloriferi, klima cihazı, mixer-blender, düdüklü tencere, elektrikli fırın, havagazı fırını, 1945-50 İzmirinde hiçbir evde yoktu.
Ülkede üretilmeyip dışalımla gelen buzdolabı ancak birkaç zengin evinde bulunuyordu; Alsancak Stadyumunun biraz kuzeyindeki, 19. yüzyıldan kalma köhne gazhanenin ürettiği, boru şebekesiyle kente verilen havagazından dahi, Karşıyaka yalısı gibi bir yerde bile, yalnız birkaç aile yararlanıyordu.
Bu yoklukların, ev kadınları bakımından anlamını düşününüz: Evin bütün çamaşırlarını saatlerce çalışarak leğen içinde iki büklüm yıkamak; her yemek sonrasında bulaşıkla uzun uzadıya uğraşmak; sabah işe gidecek bey ile okula gidecek çocuklar kalkmadan, sönmüş sobanın külünü dökmek, kova içinde bodrumdan çıra, odun, kömür taşıyıp sobayı yakmak; çayın pişirileceği, ekmeğin kızartılacağı ve sonra da üzerine, pişecek yemeğin konacağı mangalı yakıp hazır etmek…
Primus marka İsveç malı pompalı gaz ocaklarının çıkması, kadınların yemek pişirme, su ısıtma vb. için mangal derdinden kurtulması, ancak 1950’lerde gerçekleşti. Üstüne üstlük, o zamanın toplumu, kadının, birtakım şeyleri hazır almağa ailenin varlığı rahat rahat yetiyor da olsa, onları evde üretmesini doğal ve gerekli sayıyordu, “Kadınlık” sayıyordu.
Kadın, yalnız reçeli, turşuyu değil; tarhanayı, makarnayı, salçayı evde kendisi yapmalıydı; çocukların ilkokul önlüğünü kendi dikmeli, tüm ev halkının kazaklarını kendi örmeliydi.
Geçen zamanın getirdiği değişim içinde insanlığın ve o arada İzmirlilerin kazanımları; değişim sürecinde yitirdiklerimizin, örneğin tertemiz, sularında keyifle yüzülen, yunusların oynaştığı, balık dolu denizimizin, herkesin birbirini tanır olmasının, candan komşulukların, yollardaki tenhalık ve rahatlığın, o zaman bulunabilen her malı bugünküne göre çok daha kolaylıkla yâni kazanılan paranın tutarına oranla, bu anlamda görsel olarak, daha ucuza sağlayabiliyor olmanın (çünkü nüfus patlaması, her malın piyasasına talep patlaması da getirmiştir) şimdi yasını tutarken, bir ölçüde, teselli verici oluyor.
1945-50 İzmirin Yaşlı Kuşağından portreler
1876’da, Yeni Foça’da Şerif Ali adlı bir Jandarma Çavuşu vardır. Kaçakçı yerli Rumlarla uğraşır durur; o yüzden, kaçakçılar onu öldürürler, bir ağacın dibine bırakırlar; “Sarhoşken kendini öldürdü” havasını vermek için, yanı başına bir boş rakı şişesi koyarlar.
Oysa, rahmetli hiç içki içmezmiş. Şerif Ali’nin eşi Ayşe dul, küçük yaştaki kızları Fatma’yla Hatice yetim kalırlar. Şerif Ali’yi öldüren Rumlar yakalanabilmiş olmalı ki, İzmir’de bu olayla ilgili bir dâva görülmeye başlanmış ve o yüzden Şerif Ali’nin eşi Ayşe İzmir’e gidip gelmek zorunda kalmış.
Ayşe, bu gelişlerinde çocuklarını da birlikte getiriyor ve İzmir’in Türk semti İkiçeşmelik’te bir yakınlarının evinde kalıyormuş. 11 yaşındaki kızı Fatma, çocuk değil mi ya, evde oturmaktan sıkılır, kapı önünde yaşıtı kızlarla sek sek oynarmış, işte bizim (Şadırvanaltı Camii imamı ve vakıflar mütevellisi) Hacı Haşan Efendi onu bu sırada görmüş, çünkü kendi evleri de hemen oradaymış.

Anasına seslenmiş: Böylece, “Ellenmeden dillenmeden küçük yaşta bir kızı alayım, erkek diye yalnız beni bilsin” derdindeki Hacı Haşan Efendinin anası Fatma Hanım, gider adaşı kızcağızı ister ve elbette ki alır. Kızın 11 yaşında olması o zamanın hukukuna, şeriate göre sorun değil; Peygamber Efendimiz de o yoldan yürümüştü, kim bilir kaçıncı eşi olan Ayşe’yi 11 yaşından bile çok daha küçükken almış ve 9 yaşına geldiğinde gerdeğe girmişti.
Fatma kızın anası, kızım Hacı Hasan’a vermesin de ne yapsın? Kocasız böcesiz, dul kalmış; göreni gözeteni yok; başında iki yetim kız; üstelik, Hacı Hasan’dan iyi damat mı bulacak?
Sonuçta, kapı önünde sek sek oynayan Fatma, Hasan Efendiye nikâhlanır. Güya Hasan, Fatma büyüyünceye kadar 6 yıl ona el sürmemiş; oysa, kendisinin sünnet-i şeriften ayrıldığım sanmıyorum.
Fatma ninemin 7 yıl sonra, 18 yaşında iken, ı883’de doğurduğu ilk çocuğu, babaannem Ayşe Sıdıka’dır. Onu, 1888’de ikinci kız, Makbule izlemiş. Konu komşu, “Hasan’ın suratı zaten kara idi, asıktı, şimdi kapkara oldu; ikinci çocuğu da kız doğdu diye çok bozulmuş” dedikodusunu çıkarınca, kızın adı inadına Makbule koymuş Haşan dedem; gelene gidene de, “Ben kız çocuk çok severim. İkinci çocuğumun da kız olması pek makbule geçti, o yüzden adım Makbule koydum” demiş.
Üçüncü çocuk, 1891’de doğan tek oğlu, babamın Kadri Dayı’sı, Osman Kadri. İlk tanışıklıklarıma ilişkin anılanının uzanabildiği günlerde, yani 4 yaşında bulunduğum günlerde (1940), Fatma ninem artık iyice çökmüştü.
75 yaş dolaylarında idi. Evinin içinde beyaz başörtüsünü hiç çıkarmayan, küçülmüş, hafifçe kamburlaşmış, beyaz tenli, burnunun ucu basıklaşmış ve gözenekleri belirginleşmiş bir ihtiyar aktı.
Hiç öğrenim görmemişti, okuma yazma olsun bilmezdi ama, içi ferah, her zaman yüzü gülen, hiç karamsarlık göstermeyen, tatlı dilli, Nasrettin Hoca türü lâflar eden bu yaşlı kadıncağızı pek severdim.
Zaten, ikinci çocukluğunu yaşadığı için, onunla iyi anlaşırdık. Fatma ninem, son yıllarında, hele evlâdı gibi sevdiği damadının, dedemin ölümünden (1948) sonra, iyice düşkünledi, kötüledi, bir süre bilincini de yitirip yatağa bağımlı yaşadı; 1949 da o da, “Evvel giden ahbab”a selâmlarımızı götürdü.
Gönlü zengin Kadri
Babaannemin babası, Şadırvanaltı Câmii imamı Hacı Haşan dedemiz ölünce (1903), câmi vakıflarının iyi bir gelir getiren mütevelüliği (vakıf yöneticiliği) kime kalacak sorunu ortaya çıkmış.
Şeriate göre, mütevellinin imamlık edebilecek durumdaki oğluna geçermiş bu görev. İzmir’in hacı hoca takımı işin formalitesini yerine getirmek için haber salmışlar;
Kadri gelsin, minareye çıkıp bir kez “Allah ü ekber” diye bağırsın.
Haberciler, Hasan’ın evine gelmişler; ölenin üç çocuğundan en küçüğü ve tek oğlu olan Kadri’yi alıp götürecekler; minareden Allah-ü ekber diye bağırtacaklar.
Kadri ise daha o yaşta, din konusunda pek özgür düşünceli imiş anlaşılan; minarede değil evde bağırmış, hem de ne diye bağırsın beğenirsiniz:
-Ben Allah-ü ekber filân demem.
Üstüne hamle etmişler yakalamak için; evin penceresinden sokağa kaçmış. Gelenler kös kös dönmüş; ama mütevellilik gelirleri de bizim ailenin elinden uçup, aynı pencereden kaçmış gitmiş.
Babamın Kadri Dayısı 1891 doğumlu imiş; Haşan dedem 1903 dolaylarında öldüğüne göre, demek ki bu anlattığım olay sırasında Kadri dayı 12 yaşlarında bulunuyordu.
Çocukluğumun ilk yıllarına uzanan bilincimde şimdi onun da görüntülerini seçebiliyorum. Uzun boylu, ne zayıf ne de şişman, beyaz tenli, siyah saçlan hayli ağarmış ama pek dökülmemiş, elâ gözlü, tane tane konuşan bir adam.

Okuyamamış; hiçbir baltaya sap olmamak için azmetmiş ve ömrünün tek başarısını bu konuda göstermiş. Pek çok işe girmiş çıkmış; arabacılık, yâni tek atlı iki tekerlekli yük arabası sürücülüğü bile etmiş.
Adamakıllı da içki düşkünüymüş. Beni kucağında tutup, kendisi yürüyerek bir yerlere götürdüğünü, onu çok sevdiğimi hatırlıyorum.
İkbal görmemiş Makbule
Babamın teyzesi Makbule’nin doğumundan (1888) ve adının niçin Makbule konduğundan daha önce söz etmiştim. Babası ona Makbule demiş ama, kendi hiç ikbal görmedi zavallının; bahtı da, babasına çekmiş derisinin rengi gibi, neredeyse kara imiş.
Benim tanıdığım yaşlılık yıllarında, fazlaca esmerliğinin yanı sıra bir de upuzun, sıskacık idi; ortadan ayırıp arkada örgülü kuyruk yaptığı yarı kır, yan siyah saçları onu büsbütün yaşlı gösterirdi.
Oysa, halamın nişanı sırasında, 1929 da çekilmiş bir aile fotoğrafı kanıtlıyor ki, 41 yaşında eni konu esmer güzeliymiş. Yaşamı boyunca pek çok acı gördü.
Ben, bildiklerimi sayayım: küçük yaştayken, babası Hacı Hasan, Musullu bir tâdre kefaleti nedeniyle, hemen tüm malvarlığını yitirip darlığa düştü, üç beş yıl sonra da öldü.
Arkasından, kocası, Osman Nuri Efendi, çocuğu olmuyor zannıyla, onun üstüne bir kuma nikâhlıyor, hatta kumayı Allahın emri Peygamberin kavliyle istemeğe kendisi gönderiliyor.
Birinci Dünya Savaşının felâketli yıllarını, açlığını yaşıyor. Yeğeni Cemal’in (babamın) Akhisar Kuvayı Milliye Cephesinde vurulma sonucu bacağının kesildiğini görüyor.
Hiçbir zaman çocuğu olmuyor (çünkü, çocuk doğursun diye kocasının aldığı kuma dahi çocuk doğuramayınca, ortak koca, kumayı boşamış, ama kuma başkasıyla evlenip çocuk doğurmuştur; böylece ortaya çıkmıştır ki, çocuk doğmamasında asıl neden Osman Nuri Efendiden kaynaklanmaktadır).
Kocası, henüz 50 yaş dolaylarında iken, ölüyor. Arkasından, 1948-1968 arasında, ailenin direği eniştesinin (ablasının kocasının, yâni babamın babasının), kendi annesinin, yeğenlerinden birinin (babanım), ablasının (babaannemin) ölümlerini ve son olarak da, elinde büyümüş bir yeğen çocuğunun, (halamın oğlu, Psikiyatri Uzmanı, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesinde Doçentliğe hazırlanmakta olan, Dr. Tâhir Yavuz Gürgen’in) henüz genç yaşta (36 yaşında, nefrit denen böbrek hastalığından) ölüvermesini görüyor.
Hem gülünç hem acıklı bir fıkrasını anlatacağım size:
Tâhir Âbimin ölümünü izleyen çok bunalımlı günlerinde halam, sürekli olarak ölümü düşünür ve özlerken, gözünün önüne, cenazelerimizin, ailemizin ata ocağında, dedemin Soğukkuyu’daki evinde, bahçede yıkanması gelir ve büyük teyzemi uyan;
Bak teyze; ben öldüğümde çıplak cenazemi öyle bahçenin orta yerinde yıkamayın, şöyle kuytu bir yere çekin, etraftaki evlerden filân gören olur.
Büyük teyzem, isyan eder:
– “Bana baksana sen! Ben öte yana sevkiyat memuru muyum ya? Yetti gayri sevkettiklerim, artık siz beni gönderin. ” Öyle oldu; 1970’de biz onu gönderdik.
Osmanlı erkeğinin son örneklerinden biri, Karşıyakalı Ahmet Nuri Efendi
Dedemi çok iyi anımsıyorum; çünkü ölmek için benim 12 yaşıma gelmemi (1948) beklemişti. Yine de, onu sevmeye vakit bulamadım.
Babaannemin, babamın, halamın (amcam o sıralarda ortada yoktu, İzmir dışındaydı) ona gösterdiği saygının büyüklüğünden dolayı olmalı, dedemi bir ilkçağ tapınağının naos denen iç bölümünde duran tapla heykeli türünden, saygı gösterilmesi kaçınılmaz, ama sevilmesi haddimiz olmayan bir ulu varlık gibi görüyordum herhalde.
Zaten dedem bana karşı o kadar “mesafeli” iken, benim ona karşı sevgi duymam, yâni her zaman birlikte olma arayışı, özlemi içine girmem, beklenemezdi.
Onun bir tek kez bile beni okşadığını, bana masal anlattığı, Çanakkale Cephesi ya da Galiçya günlerinden söz ettiğini yada hiç olmazsa bana zaman ayırıp benimle konuştuğunu anımsamam.
Dükkânında çıraklık ettiğim zaman bile! Gerçekten, bir yaz tâtilinde, belki 1943’de, yaramazlığımdan yılan annemle babam beni dedemin kavaf (kundura satıcısı) dükkânına sözde çırak vermişlerdi.
Dedemin eli pek sıkı olduğundan harçlık, haftalık filân aldığım yoktu. Zaten, doğrusu, küçük bir süzgülü tenekeye su doldurup kızgın yaz sıcağında dükkânın önünü sulamak dışında hiçbir işe yaramıyordum.

Yakışıklı bir adamdı dedem. Uzun boylu değildi ama kısa da sayılmazdı. Geniş yapılı dinç bir görünüşü vardı.
Beyaz tenliydi; babam ona ve babaanneme, amcam ise Mendel yasası nın kara civcivleri misâli Hacı Hasan dedesiyle Makbule teyzesine çekmiş.
Hindenburg’unkiler gibi â la brosse traşlı saçlan iyice kırlaşmış, dökülmemişti. Çok dindardı ve geleneklere bağlıydı. Otoriterdi Üstelik, kendi kuşağının, “Sofrada konuşulmaz” gibi katı ve anlamsız ilkelerini dahi izler ve izletirdi.
Dedem türünde bir adam, Cumhuriyetin yarattığı günümüz Türkiyesinde sıradan bir adam bile değildir ve herhalde pek geri kafalı biri sayılır.
Oysa, dedemi kendi döneminin koşullarında, gençliğinin koşullarında değerlendirmeli. Dedem, “İzmir Bidayet Mahkemesi Hukuk Dairesi Başkâtibi” olmanın ilerisine geçemediği halde, o dönemde, İzmir’in eni konu seçkin Türklerinden biridir.
Düşünelim o günleri, 1900 dolaylarının İzmirini, Karşıyakasının Kentin tüm nüfusu 200 000 kadar (1922’de Rumların kitlesel göçüyle aşağı yukarı 100 000’e indi, ancak 1940’da yeniden 170-180 000 ‘i buldu); bunun yansı Rum, Ermeni, Levanten; Türk halk, yalnız İkiçeşmelik çevresinde.
Hemen hemen bütün ticaret, sermaye, zenginlik, saygın meslekler, azınlıklarda. Örneğin Türklerden Doktor, Eczacı, hiç yok. İzmir’de bir tek Türk lisesi bulunuyor.
Anadolunun hiçbir yerinde hiçbir yüksek öğrenim kurumu açılmamış. Otomobil, otobüs, dolmuş öncesi bir çağ; varsa yoksa tren, vapur.
İzmir’den Urla’ya gidiş büyük yolculuk, önemli olay. TV şöyle dursun radyo bile henüz icad edilmemiş. Kimsenin birşey okuduğu yok.
İnsanların büyük çoğunluğu, hele Türkler, kopkoyu câhil; görgü bilgi edinme olanaklarından da yoksun.
İşte böyle bir dönemde dedem, rüşdiye (ortaokul) bitirmiş pek az sayıdaki insandan biri; üstelik öyle dağdan ormandan inme değil, doğma büyüme İzmirli.
Babamın doğduğu sıralarda (1901) ve hatta çocukluk yıllan boyunca, dedemle babaannem ikiçeşmelik’te oturuyorlarmış. Zaten o dönemin İzmir’deki Türk semti, orası.
Nüfus kaydımız da hâlâ İzmir merkez (Konak) ilçesi nüfus müdürlüğünün, eski Hacı Mehmet, şimdiki Türkyılmaz mahallesi kayıtlarını içeren ciltlerindedir.
Dedem, amcamın doğumundan (1912) az önce, Soğukkuyu’da bir dönüm bahçe içinde kerpiçten bir ev yaptırıp oraya göçmüş. Birinci Dünya Savaşında Çanakkale ve Galiçya cephelerinde bulunmuş.
Savaş bitince İzmir’e dönmüş, mahkeme başkâtipliği görevine başlamış. Yunanın İzmir’e çıktığı 15 Mayıs 1919 gününde, ilk kurşunun Hükümet Konağı bitişiğinde patlaması üzerine çıkan büyük olaylarda işgalcilerce görev yerlerinden alınıp tutuklanan, Kordon’da itile kakıla, dövüle sövüle yürütülen, kimi öldürülüp kalanları Patris gemisinin beygir taşıma bölümüne hapsedilen Türk subaylar, memurlar arasında dedem de vardı.
Bu yürüyüş sırasında Yunanlılarca bir hayli tartaklanarak üstü başı yırtıldığı ve fesi yere atılıp parçalandığı gibi, cüzdanı ve köstekli saati “hatıra olarak” alınmış.
Kurtuluş sonrasında, ölümüne kadar, Kemeraltı Caddesinin Şadırvanaltı Câmiine yakın yerinde 379 kapı sayılı küçük dükkânı kira ile tutarak orada kundura sattı, geçimini zar zor sağladı.
Ekmeğe katık ederken bir zeytini iki ayrı lokmada yemelerini çocuklarına öğütlemek zorunda kaldığı günler oldu. Dedem, 1948 yılında evinde iken bir beyin kanaması geçirdikten birkaç hafta sonra, 26 Ocak günü öldü.
Bazen düşünürüm: Kabirden şöyle bir çıkıp yakında, Soğukkuyu’daki eski evinin, mahallesinin yerinde yel bile esemediğini ve her yana apartmanlar dikildiğini, eski Soğukkuyu’dan cami dışında iz eser kalmadığını görseydi, herhalde koşar adım kabrine dönerdi.
Kör İsmail’in Gazinosu
Florina (Yunanistan Makedonya sı) doğumlu olmakla birlikte İzmir’e yerleşmiş, okumaya dinlemeye doyulmaz yapıtlarından nicesini burada üretmiş Necati Cumalı’nın şu dizelerini bilir misiniz?
Geçmiş Yaz
Taze bira, yasemin kokan
Yaz sonlarında bir akşam
O deniz kenarı küçük lokantada
Dalıp gidişini hiç unutmam
Göğe vuran panayır ışıkları
Kestane fişekleri, çarkıfelekler
Şavk içinde yüzen gemiler limanda
Farlar, sokak lâmbaları altında
Ağaçların hışırdayan aydınlık yapraklan
Kaç defa bir fayton seni beni aldı dolaştırdı
O ışıklar, yeşiller, denizler arasında
Yarımda mahzunluğumu arttıran
Aşkımdı, doymadığım aşkımdı,
Ne kadar öpsem okşasam!
Kalçaların, yan açık dudakların
Alacakaranlık bakışlarındı
Cumalı, İmbatla Gelen adlı kitabında yayınladığı bu şiir ile diğerlerini, İzmirli sevgilisi Güler için yazmış; şiirlerde ondan hep Güler diye söz ediyor.
Aslında, sevgilisi, İzmir 1930 doğumlu, sonradan pek ünlenmiş bir tiyatro sanatçısıydı ve adı Güler değildi. Dedikoduyu bir yana bırakalım; oturup bira içtikleri deniz kenarı küçük lokantada, fuarın göğe vuran ışıklarını, fuardan atılan kestane fişeklerini görebildiklerine bakılırsa, gittikleri, 1945-50 İzmirinde Karşıyaka yalısının ucunda Papaz’da (Deniz Bostanlısında) bulunan, yalı caddesinin uç bölümüyle deniz arasındaki, üçgen biçimli toprak zeminli geniş bir alanda, her zaman az müşteriyle çalışan “Kör İsmailin Gazinosu“ndan başkası değildi.
Bu yere gazino denmesi aslında abesti; orada belki fasıl saatinde uzun dalga Ankara Radyosunun cızırtılı müziği sonuna kadar açılıp dinletiliyordu ama, şarkıcı, çalgıcı, müzik yoktu.

Geniş alanda tek yapı, üçgen arsanın batı kenarında orta yerde sırtım günbatımına dönmüş uydurma bir kulübeydi ve orada balık, ızgara köfte, puf böreği pişirilir; ayrıca fasulya pilâkisi, piyaz gibi en çok aranan mezeler bulunurdu.
Yalnız bu “gazino” alanının bitişiğinde değil, Papaz semtinin sığ ve taşlık deniz kıyısının tümünde, yığın hâlinde alçak kıyı duvarı dibinde uzanıp giden ya da henüz kıyıya gelmeyip oralarda su üzerinde yüzen ölü yosunların kokusu, görünmez bir bulut gibi ortalığı kaplardı.
Gazino’nun yeri herhalde devletin yahut belediyenindi ama. O kır lokantası nitelikli “gazino’yu, bir gözünü her nasılsa yitirmiş bulunduğu için Kör İsmail diye anılan, babamın yaşıtı ve tanıdığı (zaten eski Karşıyaka’da herhangi bir kişinin tanımadığı kim vardı ki?) birisi işletiyordu.
O da tütüncü Haydar (Eden) gibi motosiklet meraklısıydı. İzmir’in eskisi, hatta belki yerlisi olduğunu, bir konuşmasından anlamıştım.
1949’da Türkiye ve Yunanistanın NATO’ya alınmasından sonra. Yunan donanmasından bir filo İzmir’e dostluk ziyaretine gelmiş. Yunan denizcileri karaya çıkıp gezmişlerdi; onlan Kordon’da, Karşıyaka Yalısında görmek, Yunan işgali yıllarının anılarım bilincinde hâlâ yaşatan İsmail Beyin pek tepesini attırmştı ve bu duygularına, sözlerine bolca küfür baharatı katarak, dile getirmişti.
Kör İsmailin Gazinosuna, iki tür müşteri giderdi: gözden çok uzak, çok ıssız ve sessiz, ucuz bir kır lokantası arayan, o günlerin Necati Cumalı’sı ile, bir şiirinde “Küçüğüm, sen şimdi on sekizindesin / Güzelliğin gün günden dillere destan”diye seslendiği İzmirli kız gibi, çekingen genç sevdalılar, bir de, konu komşu cümbür cemaat hafta sonu sefası sürmek isteyen Karşıyakalı aileler.
Biz de zaman zaman bu tür müşteri kimliğiyle oraya giderdik. Mösyö Antuvan Madam Lili kardeşler, bitişikteki ressam İlhami Dalman ile ailesi, yâni eşi Sâmiye Hanım, kızı Nuran, oğlu Erten; onların bitişiğindeki biz Umar’lar (babam, annem, kız kardeşim, ben); iki ev ötemizdeki makarnacı Hakkı Bey ailesi.
Programı beyler önceden yapar, ev hanımlarının her biri ayrı türde yemekler, mezeler hazırlar; kararlaştırılan Cumartesi günü akşamüstü, çağırılan faytonların her birine ailelerden biri yerleşir; yalı caddesinin ucuna kadar fayton yolculuğunun safası da sürülerek, Kör İsmail’in yerine gelinir, kocaman tahta masalar üzerine sofra kurulur; “müessese”den yalnız içki alınır ve onun parası ödenirdi.
Orası gerçekten, yosun kokusunun yanı sıra havada yasemin ve taze bira kokusunun egemenlik sürdüğü bir yerdi.
Amerikalılar Geliyor
Birinci Dünya Savaşında yenilgiyi kabullenmemizin belgesi Mondros Mütarekenâmesini imzalamamızın arkasından, bağlaşık düşmanlarımızın, o zamanki deyişle itilâf devletlerinin gemileri, Osmanlı Devletini baskı altında tutmak için, birer ikişer, İzmir Körfezine gelmişler ve Yunan işgalinin gerek öncesinde gerek sonrasında, bu bağlaşık devletlerin zaman zaman değişen gemileri, körfezimizde lenger endâz kalmışlardı.
Bu durum ancak Kurtuluş Savaşında emperyalizme karşı kazanılan yengi üzerine son bulmuştur. Sözünü ettiğim gemiler arasında, Amerikan donanmasının savaş gemileri de zaman zaman yer almışlardı.
O günlerden sonra, İkinci Dünya Savaşı sonrasında “Soğuk Savaş”ın başlamasına kadar, ABD savaş gemileri, Türkiye limanlarına pek uğramadılar. Uğramaya başlamalan, Missouri zırhlısının İstanbul’a yaptığı, Sovyetler Birliğine mesaj verici, bir anlamda ABD’nin kılıç şakırdatması işlevindeki ziyaret üzerinedir.

Bu ziyaret bizim için o dönemde öylesine makbule geçmişti ki, üzerinde Missouri’nin resmi bulunan pul bile çıkarmıştık. 1949’da NATO’nun kurulmasından, hele 1952’de Türkiye’nin de NATO içine alınmasından sonra, ABD donanması savaş gemilerinin İzmir’i ziyareti iyice sıklaştı.
O günlerde, İzmir’de henüz ABD askerî varlığı yoktu. Yâni, NATO’daki görevi vesilesiyle herhangi bir ABD subayı, eri, kentimizde bulunmuyordu.
Böyleleri, doğaldır ki, 1952 sonrasında İzmir’e geldiler. ABD donanmasına ait savaş gemilerinin gelmeye başladığı ilk yıllardaydık.
İzmir’de bulunan çok az sayıdaki sivil Amerikalı, özellikle de Türklerle evlenmiş Amerikalı hanımlar, kente gelen ABD denizcilerini ağırlamak için örgütlü bir çaba göstermekteydiler.
ABD gemilerinin her gelişinde, kentin limana yakın bir merkezî yerinde, genellikle de Kültürpark’ta (Fuar’ın yerinde), düğün salonu türünden geniş bir mekân kiralanıyor, barlara, pavyonlara para harcamaksızın bedavadan eğlenmek isteyen denizciler buraya geliyor; kendilerine coca cola, bira, kahve, Amerikan usulü sandviçler, özellikle hot dog yâni sıcak sosisli sandviç ikram ediliyor ve denizcilerin kendi bandoları, orkestraları, bu çok büyük salonda icra-i âhenk eyliyordu.
Bu günlerde ben yine, yaşamımın Atatürk’ün yaşamı ile bir anlamda kesiştiği bir dönemi sürdürmekteydim: Atatürk’ün 10 Eylül 1922’de İzmir’e girip ilk geceyi Karşıyaka’da, Yalı’da, İplikçizâde ailesinin konağında geçirmesinden sonra konuk edildiği, Lâtife Hanımla tanıştığı, onunla düğününün yapıldığı Uşşakîzâde Muammer Beyin (Lâtife Hanımın babasının) konağında öğretim yürüten İzmir Türk Lisesinde öğrenciydim.
Yine diyorum: çünkü o tür kesişmeler daha önce ve daha sonra da olmuştur. Daha önce, 1941’de, Atatürk’ün annesinin son günlerini geçirdiği, yine Uşşakîzâde Muammer Beyin, Karşıyaka tren istasyonu yakınındaki konağında 5-6 yaşlarındaki küçük konuklarını ağırlayan ana okuluna gitmiştim; daha sonra da, Atatürk’ün kurduğu 19. Tümenin Topçu Alayında “İleri gözetleyici subay“ olarak yedek subaylık kıt’a hizmetini yaptım.
Dönelim İzmir Türk lisesi (o zaman: İzmir Türk Koleji) öğrenciliği günlerine. İzmir’deki, kimi Türkle evli Amerikalı hanımlardan bir ikisi, okulumuzda İngilizce dersi veren öğretmenler arasında idi.
Onların girişimiyle, öğrencilere duyuru yapıldı: İngilizcesini ilerletmek amacıyla konuşma pratiği yapma fırsatını değerlendirmek isteyenler, kente çıkan ABD’li denizcilerin ağırlandığı, düğün salonu benzeri büyük mekâna gidebilirler ve hiçbir ücret almayarak, beklemeyerek, denizcileri kent içinde gezdirecek gönüllü rehber işlevim üstlenip, bu iş sırasında, denizcilerle bol bol İngilizce konuşabilirlerdi.

Sınıf arkadaşlarımın hemen hemen tümüyle birlikte ben de, İngilizcemi ilerletmek için bu fırsatı değerlendirdim ve er, astsubay, subay, pek çok Amerikalı denizciye, kenti gezmeleri, tanımaları için rehberlik ederken, İngilizce konuşma yeteneğimi geliştirdim.
Bu halkın insanlarıyla ilk tanışıklığım, böylece oldu (benim sınıfımın İngilizce öğretmenleri arasında birkaç İngiliz daha doğrusu İskoç bulunmakla birlikte, Amerikalı yoktu). Coni’ler, Türkiye ve Türk inşam konusunda inanılmaz derecede bilgisiz idiler.
Daha kötüsü, var olan bilgi kırıntıları dahi, ABD’ye göçmüş Rumlarla Ermenilerin orada yaydığı “asıp kesen Türk” öykülerinden ibaretti.
Bugün ise, yarım yüzyıldan beri süregiden karşılıklı gidiş gelişlerle her iki halk, Türklerle Amerikalılar, birbirini daha yakından tanıyabilme olanağını bulmuşlardır.
Bir Yabancıya İzmir’i Gezdirmek
Bu işi, Amerikalı denizciler sonrasında da, pek çok kez yaptım; özellikle, Avrupanın çeşitli ülkelerinden birçok Profesör meslekdaşımın İzmir’e yolu düştüğünde, ona kenti ve çevresini gezdirmek de bana’ düşmüştür.
Gösterilecek yerleri ve gezdirme, gösterme sırasını saptarken, kentin uzun tarihçesindeki çeşitli dönemleri yansıtacak bir sırayı yeğlemek, en doğrusudur.
Böylece, tanıtma gezisine, İzmir kentinin ilk kuruluş yerini ve oradaki binlerce yıllık kalmülan göstermekle başlıyordum. Bu yer, şimdiki Bayraklı semtinin arkasındadır.
Oradaki küçük ve alçak, basık çıkıntı, ilkçağda körfezin iç ucunda, denize uzanmış bir yarımadacık idi; bu konumu gösteren bir çizimle kurgu resmini ileride bulacaksınız.
O yerde ilk Smuma(Hellen yazımında, Smyma; ilkçağ Hellenlerinin bunu söyleyişi: Zmüma) kentinin kuruluşu, kazı buluntularının kanıtladığı üzere, İÖ 3000 dolaylarında, yâni ilkçağ Hellen’leri ulusunun oluşmasından yaklaşık 2000 yıl önce olmuştur.
Kenti kuranlar, Ege Denizi yöresinin ve batı, güneybatı, güney Anadolunun bilinen en eski halkı Luviler’dir.
O halk üzerine benim İlkçağda Türkiye Halkı kitabımda (İnkılâp Ki- tabevi, İstanbul 1999) ayrıntılı bilgi bulabilirsiniz.
Kent, o eski yarımada üzerinde varlığını yaklaşık 2500 yıl boyunca sürdürdü. İÖ 600 dolaylarında Lydia Kralı Alyattes bu eski İzmir’i ele geçirdi, yakıp yıktı.
Halk kenti yeniden kurduysa da, İran’lıların (Pers’lerin) Lydia Krallığını yıkışı ve Batı Anadolu’ya yayılması sıralarında Pers ordusunun gerçekleştirdiği yıkım, kalıcı oldu ve ilk İzmir kenti dolaylarında, birkaç yüzyıl boyunca, köy nitelikli yerleşimlerde yaşandı.

İzmir tanıtma gezisinde ikinci uğrak yeri, şimdi kentin ortasında ve en yüksek yerinde bulunan Kadife Kale’dir. Burası, İskender’in kurdurduğu yeni Smyina’nın akropolis (yukan hisar) ve iç kale yeri idi.
Yurttaşımız, Manisa-İzmir yöresinin yerlisi, Roma egemenliği çağı coğrafya yazan Pausanias’ın, “Hellen İllerinin Tanıtımı” adlı yapıtında (henüz Türkçe’ye çevrilmemiştir) anlattığına göre, Büyük İskender, İran İmparatorluğunu yıkıp ülkelerini zaptetmek üzere çıktığı sefer sırasında İÖ 334 baharında Anadolu’ya geçtikten ve Bati Anadolu’daki İran genel valilerinin birleşik ordusuna karşı bir meydan savaşını (Granikos/Biga Çayı Savaşı) kazandıktan sonra, ordusu Ephesos/Selçuk üzerine giderken, İzmir yöresine gelmiş, tepede yâni şimdi Kadife Kale’nin bulunduğu yerlerde avlanmış, yorulunca bir pınarın yanıbaşında ağaç gölgesinde uzanıp uyumuş, düşünde pınar perileri Nemesis’ler ona görünüp “Smyma kentini yeniden kurdur” diye buyurmuşlar; o da, uyanınca, ordusunun komutanlarına, “Burada Smyma kentini yeniden kuracağız” buyruğunu vermiş.
Onun, yurduna dönemeden Bâbil’de ölümü sonrasında, Batı Anadolu’ya egemen kral durumuna gelen komutanı Antigonos, Akropolis’i Kadife Kale’nin yerinde olmak üzere, aşağıya, liman işlevi görecek küçük deniz girintisinin bulunduğu yere kadar uzanan yamaç bölümünde, surla çevrili yeni Smyrna’yı kurmaya girişti.
IÖ 301’de, Antigonos’un ölümüyle biten bir, büyük hesaplaşma savaşı sonrasında Batı Anadolu’nu^ yeni egemeni olan diğer bir İskender komutam, Lysimakhos, kentin kuruluş çalışmalarını tamamlattı.
Şimdi orada, günümüze ulaşmış haliyle Aydın Oğullan Beyliğinin yöreye egemenliği dönemindeki yâni 14. yüzyıldaki görünüşünü geniş ölçüde koruyan kalede, iç kale bölümünde, duvarların alt yanındaki rektangonal (dikdörtgensel) kesilmiş iri taşların üst üste yerleştirilmiş yatay dizileri, Antigonos ile Lysimakhos’un yaptırdığı iç kalenin duvarlarından kalmadır.
İzmir 1950
1950’lerde, Kadife Kale’miz, o zamanki İzmir kentinin tümüne tepeden bakardı. Çünkü kent, daha önce anlattığım üzere, o sıralarda, ancak, batıda Üçkuyular’a (şimdi: Fahrettin Altay Meydanı), doğuda Mersinli’ye kadar uzanıyordu.
Kadife Kale’nin taçlandırdığı tepede bile, Eşref Paşa semti ile Kadife Kale arasında sâdece tek tük evler vardı; oralrın çıplak kayalık yerlerdi.
Şimdiki Hatay Caddesi dahi henüz yoktu. Doruğunda Kadife Kale’nin bulunduğu tepede doğu ve güney yamaçlarını şimdi kanserli doku gibi kaplayan gecekondulara ve ilk gece konduların yıkılmasıyla onların yerine yapılmış abuk sabuk evlerin hiçbiri ortada yoktu.

Dolayısiyle, o yıllarda, Kadife Kale’ye çıkmak, bir bakıma, kent dışında bir tepe üstüne çıkmak gibiydi. Orada, kalenin hemen altında, belediyenin kiraya verdiği bir yer, gazino olarak işletiliyor ve güzel manzarası, özellikle İzmir’in yaz gün batımları inanılmaz bir göz ziyafeti olarak sunması sebebine, hayli müşterisi de oluyordu.
Gazinonun geceleri yakılan kırmızı, yeşil lâmbalarının ışığı Karşıyaka’dan görülür ve Yalı’daki “Gece vakti İzmir” görüntüsüne hem renk hem de revnâk katardı.
İstanbul’da fayton, İzmir’de karoça (İtalyanca carozza, “araba”dan) denen, hayli yaygın bir yanlış söyleyişle karaço diye de anılan atlı arabayla oraya gitmek, kendi başına, ayn bir seyran, ayn bir keyif idi.
Günümüzde ise, oraları, güneydoğu Anadolunun en geri kalmış, en yoksul bir yerleşiminin en gariban mahallesi görünüşüne bürünmüştür.
Kalenin önünde, biraz aşağıda, yangın gözetleme kulesi vardı ve onun önündeki düzlükte bulunan bir eski zaman topunu, Ramazanda iftar zamanı gelince, itfaiyeciler patlatırdı.
Topun namlusundan çıkan ışığın görülmesiyle, patlama sesinin Karşıyaka Yalısından bakanların kulağına ulaşması arasında pek kısa da olsa bir zaman geçer ve bu olayı, ilkokul öğretmenlerimiz, ışığın sesten çok daha hızlı gittiğini öğretirken, bize anımsatırlardı.
İskender’in İran üzerine yürürken Anadolu’ya geçişiyle 1334’de başlayan ve Anadolu’da Roma egemenliğinin kurulmasına kadar süren Hellenistik çağdan, İzmir’de, Kadife Kale surlarında bulunan, sözünü ettiğimiz rektangonal taş örgülü duvar bölümleri dışında, hemen hemen hiç kalıntı yoktur.
İlkçağ kentinin, o zamanki deniz kıyısına hayli yakın bir bölümündeki agora, herhalde Hellenistik çağ İzmirinde dahi aynı işlevdeydi ama, günümüze ulaşan yapı kalıntılarıyla bize Roma Çağı Agorasını gösteriyor.
Üçüncü-durağımız orası olacak. Agora’ya gitmek için, Kadife Kaleden, İzmir’in tarihsel bölümü içinde aşağıya ineceğiz ve önce, Eşref Paşa semtine geleceğiz.
Bu yakında, günümüzde İpek Yolu Restoran denen, Konak Belediyesine (İzmir Merkez İlçe Belediyesine) ait yapının hemen önünde, İzmir’e güneybatıdan yâni Ephesos/Selçuk yönünden giren Roma çağı yolunun, iri rektangonal taşlarla kaplı bir parçası vardır.
Sözünü ettiğim tarihsel yolun aşağıya, eski deniz kıyısına inen bölümünün işlevini, şimdi, İkiçeşmelik caddesi üstlenmiş. Onu izleyerek aşağıya iniyoruz. Yamacın bittiği, düzlüğün başladığı yerde, sağa sapan dar bir sokağın köşesinde bugün göreceğiniz bir meyhane adı, size tanıdık gelecek; orası, 1960’larda pek sevilen bir şarkının üne kavuşturduğu Agora Meyhanesidir ve gerçekten Agora’nın pek yakınındadır.
Bu sokaktan girin; biraz sonra sol ilerinizde, geldiğiniz sokağa göre hayli aşağıda kalan geniş bir düzlükte, Roma çağı İzmirinin Agorasına ulaşırsınız.
Kapıda bilet alacak ve birkaç basamaklı bir merdivenden inerek agora alanına ayak basacaksınız.
Burada, Ephesos’daki gibi görkemli ve hayran bırakıcı değilse de, eni konu önemli kalıntılar günümüze ulaşmıştır. Ama bu dediğimiz, doğrusu, arkeolojik kalıntı zengini Ege ve Akdeniz kıyılarının insanlarından olduğum için yapabildiğim bir değerlendirme.
Oysa, 1950’lerde burayı gezdirdiğim, Ephesos, Sardeis, Priene, Aspendos gibi olağanüstü zengin kalıntı alanlarını hiç görmemiş Amerikalı denizcilerde, onlanrın ağzını bir karış açık bırakan bir hayranlık uyandırmağa yetiyordu İzmir Agorası.
Tarihsel kalıntı fukarası Coni’ler, iki bin yıllık süslemeli mermer taşlar, sütunlar, Poseidon’la Demeter’in heykelleri (o sırada müzeye kaldırılmış değillerdi) karşısında pek mest oluyorlardı.
Dördüncü uğrağımız, hemen o yakında: Kemeraltı Caddesi ve çarşısı. Sıra, Bizans çağı iran ve Beylikler döneminin, Osmanlı egemenliği ilk yüzyıllarının İzmir’inden izler aramağa gelmişti ama, o İzmirler yok olmuş gitmiş.
Selçuk’da pek görkemli bir Ermiş İoannes (St. Jean/ St. John) kilisesi ve anıt-mezar yapılan kompleksini; daha nice yerde (Procopius’un De Ae dificiis: Bayındırlık Yapıtları Üzerine adlı kitabında anlattığı) görkemli kiliseleri, kaleleri, surları, köprüleri, yaptıran Iustinianus, İzmir’i anımsamamış ya da es geçmiş.
Daha sonraki yüzyılların düşkünlemiş Bizans devleti olsun; kurduğu küçük donanmanın getirebildiği çapul ganimetleriyle geçinen ufacık Aydın Oğullan Beyliği, yahut Fetret Devri sonunda İzmir’i o Beylikten alıp hemen sonrasında bu yörede Börklüce Mustafa ayaklanmasıyla karşılaşan Osmanlı, İzmir’e, yüzyıllar sonrasında bile var kalacak yapıtlar dikmemiş, dikememiş.

Tersine, Çelebi Mehmet, İzmir surlarını yıktırmış. Hisar Câmii’nin adında anısı yaşayan deniz kıyısı kalesi (Liman Kalesi) ise, zaten, Aydın Oğulları yararına oradaki şövalyelerle savaşa giren Umur tarafından, kalenin yardımına gelen gemilere kesilmiş insan kafalarını mancınıklarla fırlatmak gibi teknikler kullanılarak, zaptedilmiş ve temeline dek yıkılmış idi.
Gerçi Osmanlı sonradan, eski liman girişini korumak için aynı yere yeni bir kale yaptı (çünkü, eski topların gülle savurma menzili kısa olduğundan, Kadife Kaledeki donanmasının yaptığı üzere, düşman gemileri kent önüne gelebiliyordu), ama eski liman işlevini gören küçük deniz girintisi dolunca bu kalenin değeri pek azaldı.
Diğer yandan, İzmir Körfezinin daralmış iç ucu girişinde, Narlıdere köyü önündeki Sancak Burnuna Sancak Kale/Yeni Kale adıyla, Köprülü Mehmet Paşa zamanında, oradan geçişi denetim altına alan küçük ama topları güçlü bir kale de yapılmış bulunduğundan, yeni Liman Kalesi dahi gereksiz görüldü, 19. yüzyıl 2. yarısında söküldü, yıkıldı.
Yine de, bir zamanlar onun arkasında bulunan yerlere (Şehit Fethi Bey Caddesinin Atatürk heykeline yakın olan doğu uç bölümüne) hâlâ Kale Arkası denir.
Kısacası, İzmir’de anmağa değer ortaçağ yapıtı, yahut böyle birşeyin kalıntısı yoktur. Buna rağmen, Kemeraltı Caddesi, ortaçağ îzmirinin topografyası ve kent dokusu hakkında bir fikir verebilmektedir.
Çünkü, şimdi İzmir’in tarihsel çarşı yeri işlevindeki bu cadde (resmî adı Anafartalar Caddesidir), ortaçağ îzmirinin Yalı Caddesi idi ve Liman Rıhtımı Caddesi, dolayısıyla en önemli caddesi durumundaydı.
Bu eski ana caddeden, Kadife Kale’nin taçlandırdığı yamaca doğru uzanan sokakların dahi, yüzyıllardan beri var olduğunu kabul edebiliriz.
Gerçekten, kent planına bakınca göreceğiniz üzere, Kemeraltı Caddesi, orak biçimindedir. Orağın sapı, Hükümet Konağı yanından başlar, Kemeraltı Câmiine kadar uzanır.
Ondan sonra, cadde, orağın demiri gibi, hilâl oluşturur. İzmir’in en eski câmilerinin tümü bu cadde üzerindedir veya onun pek yakınındadır.
Doğudan başlayarak sayalım: Hisar Câmii, Şadırvanaltı Câmii, Kestanepazan Câmii, Başdurak/Başoturak Câmii, Kemeraltı Câmii.
Bu hilâl biçimli caddenin içine eskiden bir deniz girintisinin sokulduğu ve İzmir’in tarihsel limanının işte bu deniz girintisi olduğu, eski haritalarda, örneğin Piri Reis haritasında görülüyor.
O deniz girintisi, minik körfez, İzmir’in limanı olduğu içindir ki Roma Çağı Agorası 18. yüzyıl yapıtı Kızlarağası Ham (aslında bir kervansaraydır; ticaret malı getiren develeriyle tâdrler burada konaklarmış) gibi yapılar onun hemen yanbaşında bulunuyorlar.
Daha önce sözünü ettiğimiz aşağı kale (Liman Kalesi) de, bu limanın girişinde, doğu yanda yapılmıştı.
Kemeraltı Caddesi, 1950’lerden bugüne, İzmir Kordonu evlerinin başına gelen ölçüsünde dramatik bir değişikliğe uğramış değildir ama, hiç değişmemiş de değildir.
Yolunu bulanlar, bütünüyle eski dokusunda tutulması gereken bu caddede, ötede beride, eski dükkânları yıkıp yerine çağdaş yapılar dikmeyi becerdiler. Bazı çeşit esnaf çarşıdan az ya da çok çekildi, diğer bazı esnaf ise 1950’lerdeki durumuna göre, yayıldı.
Örneğin, caddenin, Havra Sokağı (orada birkaç Musevî havrası vardır) üst Şadırvanaltı Câmii arasında kalan bölümü, 1950’lerde, tümüyle kavaf (hazır kundura satıcısı) esnafının arastası (aynı tür esnafın dükkânlarından oluşan çarşı bölümü) idi ve o yüzden kısaca Arast’a diye anılırdı.
Güney yandaki ara sokaklarda kavafların satacağı ayakkabıları yapan dükkânlar, atölyeler; ayrıcâ, ayakkabı yapımcısı esnafa malzeme satan ve kendilerine “tacir” denen esnafın dükkânları vardı.
Bakınız, burada tâdr sözcüğü çok özel bir anlam taşıyor. Aynı bölgedeki birkaç sokak, sarraf-kuyumcu esnafının semti idi. Şimdi ise, sarraf-kuyumcu esnafı, Kemeraltı Caddesinin Kavaflar Arastası bölümünü de istilâ etti; o bölümde, kundura satan yalnız bir iki dükkân kaldı; kavaflar, caddenin başındaki, ortasındaki, sonundaki yeni ve çok katlı iş merkezlerinde bulunan pasajlara, kirası daha düşük ama önünden gelip geçeni de daha az dükkânlara göçtüler.
Beşinci uğrağımız ve inceleme yerimiz, Kemeraltı Caddesinin kuzeybatı ucunda daha doğrusu girişinde bulunan Konak Meydanıdır.
1950’lerde, burada, Osmanlının son yüzyılından nice anı vardı. San Kışlanın ve âhir ömrünün bitiminde devlet eliyle katledilmeden önce Adliye Sarayı işleviyle kullanılan İzmir Sultanîsi (Lisesi) binasının yıkılmasıyla bunlar bir hayli eksildi.
Üstüne üstlük, 9 Eylül 1922 günü Yüzbaşı Şerafettin Beyin Türk bayrağını çektiği İzmir Hükümet Konağı, 1970’de bir yangın geçirmişti; pek âlâ onarılabilecek haldeyken, mutlaka binlerine para kazandırmak isteyen yöneticilerin izniyle, temelinden yıkılıp yerine aşağı yukarı tıpatıp aynı görünüşte bir bina dikildi.

Aşağı yukarı diyorum, çünkü şimdiki yapıda, eski yapının doğu uzantısı kısa kesilip eksik bırakılmıştır. O uzantı, 1950lerde, İzmir Millî Eğitim Müdürlüğünün yeri idi.
10 Eylül 1922’de yahut hemen sonrasında, İzmir Metropoliti Khrisostomos geçici vâli Nurettin Paşanın çağrısıyla Hükümet Konağına gittiğinde orda tutuklanmış ve linç edileceği ölüm yolculuğuna oradan çıkarılmıştı.
Konak Meydanının 1950’lerdekî durumunu daha önce anlatmıştım.
İzmir gezilerinde olmazsa olmaz uğrak ve durakların, fuar zamanında değilsek, sonuncusu, elbette ki, ünlü Kordonumuzdur.
Şimdi, 18. yüzyıl yapıtı, restorasyonunun gerçekleşmesinde benim de (restorasyonu yaptıran “Kızlarağası Hanı ve Çevresi Mülk Sahipleri Turizm Geliştirme Kooperatifi”nin kuruluş çalışmaları ve sonra da restorasyon etkinliği sırasında danışman, kooperatif vekili, avukatı sıfatıyle) karınca kararınca bir katkımın bulunduğu Kızlarağası Hanı, bugünkü yâni restorasyon-restitüsyon sonrası durumunda, gerek café olarak çalışan orta avlusu ile, gerek iki yanındaki bedesten (kapalı çarşı) bölümleri ve turistik dükkânlarıyla, görmeğe değer; ama, 1950’lerde ve hatta daha bir hayli sonrasında, yâni restorasyon-restitüsyon geçirilinceye kadar, orası, bir yabancının görmesinden ancak utanç duyacağım bir mezbelelikti, soğuk demirci esnafi vb’nin barındığı perişan bir virâne idi.
Onun için oraya hiçbir zaman hiç kimseyi gezmeye götürmemiştim.
Gelelim Kordon’umuza. Konak Meydanı gibi, Kordon da, denizin sığ bölümlerini doldurmakla, 19. yüzyılın 2. yarısında kazanılmıştır.
Kordon’un doldurulmasını ve yapımım, Fransız Dussaud kardeşlerle onların yeğeni Élie Guiffray’nin (Gdfre okuyunuz) egemen bulunduğu bir Anonim Şirket, Société des Quais de Smyme (İzmir Rıhtımlan Şirketi; adı, eski yönetim yeri olan, şimdiki Alsancak Karakolu binasında kapa üzerinde hâlâ duruyor) gerçekleştirmiş.
İngilizlerle Fransızların 19. yüzyıl ortasından hemen sonra İzmir’den başlayarak Anadolu içine doğru demiryolu döşemeye girişmesi; Anadolu üretiminin demiryoluyla İzmir’e taşınması ve böylece, ilkçağda Ephesos limanının yürüttüğü işlevi, yâni Anadolu’nun dışsatım iskelesi olmak işlevini İzmir’in üstlenmesi; kentin bu nedenle 1870-1880 sıralarında bir gelişme patlaması göstermesi; burada komprador burjuvazi modelinde bir Rum-Ermeni burjuva sınıfının oluşması; çeşitli yerlerden İzmir’e Rum-Ermeni göçmen akını başlaması, İzmir nüfusunun katlanması ve kentin de bir zamanlar surla çevrili bulunan çekirdek bölümün çok ilerilerine kadar yayılması üzerine, İzmir’de liman tesisleri yapımı gerekliliği, hatta zorunluluğu gündeme geldi.
Adını verdiğim şirket, Osmanlı Devletiyle, aşağı yukarı şu içerikte bir anlaşma yaptı: “Biz İzmir’de deniz kıyısında bulunan ve bir haylisinde geceleri deniz yolundan kaçakçılık işleri yürütülen evlerin arkasındaki sığ deniz bölümlerini dolduracağız.
Burada çağdaş, güzel bir yalı caddesi yapacağız. Onun orta yerini çağdaş bir liman olarak düzenleyeceğiz yâni o bölümün iki yanında birer iskele ve bu iskeleler arasındaki deniz bölümünü sığmak hâline getiren bir mendirek bulunacak.
İskelelerden batıda olanı, geniş yapılacak ve üzerinde, çatıyla örtülü büyük bir depolama-gümrükleme mekânı bulunacak.
Bir de, kıyıya yakın olan Gar’dan (şimdiki Alsancak Gar’ı) Kordon yâni yalı caddesi boyunca, o depolama mekânına kadar, demiryolu döşeyeceğiz.
Geceleyin vagonlar gardan araya, gemilere yüklenecek dış satım mallarını taşıyacak. Gündüzleri ise aynı rayların üzerinde atlı tramvay işleyecek; böylece İzmir’de ilk toplu taşımacılık düzeni kurulacak.
Milyonlarca altına çıkacak bu iş için sizden tek kuruş para almayacağız. Yalnız, bize, ortaya çıkaracağımız Kordon’daki raylar üzerinde geceleri vagonla mal taşıma, gündüzleri tramvay işletme hakkı ve bir de yapacağımız yeni limandaki büyük depolama yerinde, gelen mallar için ardiye ücreti alma hakkı tanıyın yeter; bunlardan elde edilecek kazanç hem bizim harcamalarımızı karşılar hem de bu işlere girişirken hedeflediğimiz kazancı sağlar”.
Osmanlının bu işe aklı yattı; şirketle devlet anlaştı ve hem iki yanın her biri, hem de İzmir kenti, bu işten çok kazançlı çıktı.

Bu şirket ve onun tesisleri, genç Türkiye Cumhuriyetinin İktisadî bağımsızlık amaçlı devletçilik uygulamaları döneminde, 7 827 840 Fransız Frankı ödenerek satın alınmış; o satın alma işi TBMM tarafından 20.5.1933 günlü, 2198 sayılı yasa ile onaylanmıştır.
1950’lerin İzmir Kordon’u, 1922 öncesinin Kordon’undan pek az farklı idi. Çünkü, 1922 Eylülünde yaşanan büyük yangın felâketi, İzmir’in Rum ve Ermeni mahallelerini kapkara bir yıkıntı yığınına çevirmiş, yok etmiş idiyse de, o felâket, şimdi Atatürk Heykelinin bulunduğu yer ve onun 150-200 m. doğu ilerisine kadar olan alanda, Kordon boyunda dizilen yapılar (bu arada Kramer Palas, Sporting Club, Avcılar Klübü, İzmir Tiyatrosu binası) dışında, Kordon boyundaki yapılara zarar vermemişti.
1922 öncesi İzmirinin Kordonundan kalma, her biri ustalık ve zevk eseri o güzelim iki katlı evler, konaklar, yanmış küçük bölümdekiler dışında, yerli yerindeydi.
Onların, yangından bin beter bir felâket, kazanç hırsı yok etti. Sahipleri onları birer birer “müteahhitlere yıktırdılar ve yapılan apartman yapılarında üçer beşer daire aldılar.
Günümüzde, Pasaport iskelesinden doğu ileride, o eski Kordon evlerinden, konaklarından yalnız birkaç tanesi varlığını sürdürüyor.
Pasaport’un batı ilerisinde şimdi Yapı ve Kredi Bankası İzmir Merkez Şubesinin bulunduğu köşeye (Gazi Bulvan’mn girişine) kadar uzanan Kordon bölümünde ise, eskinin biraz “havası” kalabildi, Eski Postahane binası, olduğu gibi durduktan başka, günümüzde orada bulunan birkaç yapı, eskisinin ön cephesi korunarak bu cephenin üstüne, biraz geriye çekilmiş yeni katlar eklenmesi izniyle yapılmıştır ve böylece eski yapının hiç değilse ön yüzünün görüntüsü, yeni yapının alt bölümünde, hâlâ size bakmaktadır.
Dönelim 1950’lerin Kordonuna
Kordon adı, birbirine yakın iki anlamı ayrı ayrı ifade ediyor. Birinci olarak, Kordon, Atatürk Caddesinin resmî olmayan adıdır.
Bu cadde, Konak Meydanında başlar, deniz boyunca ilerler ve eskiden Punta (Îtalyancada, sivri uç) denen yerde (şimdiki Yeni liman yeri) sert denebilecek bir kıvrım yapıp deniz kıyısından biraz ayrılır, Alsancak Gar önüne gelir.
Orada artık Atatürk Caddesi adı da, Kordon adı da biter. Ne var ki, ikinci ve şarkılara geçmiş kullanımındaki anlamıyla Kordon, bu caddenin, Pasaport İskelesi-Punta arasındaki bölümünü kastdeder; keyif ve seyran yeri, o bölümdür, yoksa işyeri, ticarethane (eskiden, ayrıca, bugünkü Fevzi Paşa Bulvan ağzı ile Konak Saat Kulesi arasındaki parça yönünden, çirkin görünüşlü ticarî mal depolan) önü olan, Pasaport – Konak arası bölüm değildir.
Bu özellikler, 1950lerde, şimdikinden daha da baskındı. Çünkü şimdi, vaktiyle sâdece kuru üzüm/incir ya da tütün depolarının, gemicilik acentası yazıhanelerinin, gümrük komisyoncularının bulunduğu nice yerde, kahvehaneler ve cafe’ler birahaneler ve pub’lar açıldı, Kordon’un öyle yerleri de keyif etme yeri oldu.
1950’ler İzmirinde ise durum böyle değildi. Hatta, doğrusu, 1950’ler İzmirinde, Kordon’un keyif yeri sayılan bölümü yâni Pasaport-Punta arası bölümü dahi, kahvehane-cafe, birahane-pub, pastahane-patisseri yoksuluydu.
Oralarda, başka çeşit dükkân da yoktu. Karşıyaka Yalı Caddesinin durumu dahi böyleydi. Ama, her iki kıyı caddesi, o yıllarda, insanlara temiz bir denizin temiz kokulu, gerçek deniz kokulu, yosun kokulu kıyısında, hemen hemen kâmil bir trafik yokluğunda yâni araçların geliş geçişi pek olmaksızın (hatta, Karşıyaka Yalısında, hiç olmaksızın; çünkü Yalı, akşamüstleri, bisiklet gelip geçmesine bile kapatılıyordu!) yerine göre ya Koskocaman, ama artık sıcaklık yaymayan bir kızıl güneşin yavaş yavaş denizin bağrına sokulduğunu, maviden lâciverde dönmüş körfez ufkunda azar azar eridiğini, görünmez olduğunu seyretmenin yahut da Nif Dağı arkasından âheste bir kızıl çıkış gösterisi yapan dolunayın, Alsancak’tan Karşıyaka’ya doğru Körfez yüzeyine gümüşten bir üçgen yaymasını seyrettirebiliyordu.
O keyif sırasında, öteden beriden, özellikle gazinolardan, birkaç tanesi hâlâ yıkılmamış özel iskelelerden, sandallardan gelen şarkılara kulağınızı okşatabilir; yanınızdaki sevgiliniz, yakınınız, dostunuzla birlikte Karşıyaka’nın dolma gibi dolgun içli kabak çekirdeklerini dişinizle çıtır çıtır çatlatıp içini yiyerek, keyfinizin artmasına hizmetkâr olacak tatlı bir sohbeti sürdürebilir, Kordon’da yahut Ya- lı’da “piyasa” edebilirdiniz.
Demiştik ki, “İzmir gezisinde olmazsa olmaz uğrak ve duraklann, fuar zamanında değilsek, sonuncusu, ünlü Kordonumuzdur”.
Fuar açıksa, yedinci bir uğrak listeye eklenir ve bu da fuar olur. Eski yangın yerlerinde yapılan düzenlemelerle kente kazandırılmış, tam kent ortasındaki geniş Kültürpark alanında, Fuar 1950’lerde, 20 Ağustos-20 Eylül arasında açık kalırdı.
O günler, İzmir’de yılın en güzel zamanıdır. Yaz mevsiminin kızgın sıcaklan sona ermiştir, ama henüz soğuklann, Kasım ayında haftalarca süren yağmurların başlamasına pek çok zaman vardır.
Fuar, İzmir’de daima çok işlevli bir olaydır. Konunun dış ticarete ilişkin yönüyle hiç ilgisi olmayan, ezici çoğunluktaki insanlar için, fuar dönemindeki Kültürpark, hem kocaman bir parkın olağan işlevlerini hem de birçok başka işlevi üstlenir.
Bu dönemdeki Kültürpark, diğer deyişle fuar, yabancı devlet pavyonlarını gezmekle o yabacı devletlerin halkı, ülkesi, durumu, tutumu hakkında bilgi edinme yeri; İzmir çarşılarında pek göremeyeceğiniz birtakım mallan, diyelim Eskişehir taşından, yapılma, at başı biçiminde kitap desteklerini, gümüş üzerine yerleştirilmiş parlak kara Oltu taşından yapılma hediyelik küpeleri bulabileceğiniz ve alabileceğiniz bir olağan dışı alımlar çarşısı; tiyatrosu olmayan 1950’ler îzmirinde, İstanbul’dan fuara gelen tiyatro ekiplerinin oyunlarını seyretme yeri idi.
Türkiye’nin kültür ve sanat başkenti olmayı hep sürdürmüş İstanbul’dan gelen, o dönemin Türk sanat müziği star’ları, örneğin “Hamiyet”, “Müzeyyen”, “Safiye”, orada dinlenirdi.
Sâdece fuar zamanında fuar alanında (Kültürparkta) kurulan büyük Lunaparkta atlı karıncaya binebilir, hortlaklı iskeletli karanlık Korku Tüneli içinden mini-vagonlarla geçebilir, motosiklet cambazlarını ya da sirk gösterilerini izleyebilirdiniz.
D e v a m E d e c e k . . . .
Eski Karşıyaka’dan unutulmaz hikayeler ve anılar ve Karşıyaka Tarihi için buraya tıklayın. Geçmişin Karşıyaka’sını keşfedin!