Salih Paşa Caddesi 124 , Karşıyaka
Salih Paşa Caddesi, elinde mül (kadeh) ile gezdiği kürdilihicazkâr makamından söylenen ve bütün Karşıyaka güzelleri gibi pek canlar yakıcı olduğu kuşku götüremeyecek “İzmir’in gülü”nün o seyran yerinin, Karşıyaka yalısındaki caddenin, benim saptayabildiğim, en eski adı. Yalnız bestekâr Lâvtacı Hristo’nun gönlünü çalan “İzmir’in gülü” değil, kimler kimler, ne dilberler seyran eyledi o caddede; örneğin benim ilk aşkım, “kızların hovardası” Ayşe; ama şimdi konumuz, Karşıyaka güzelleri değil, konu o olsa, lâf bitmez; konu, yalıdaki caddenin adı.
Bu cadde, aslında pek de uzak geçmişe dayanmayan yaşam başlangıcında, bir süre, resmî adı bulunmaksızın kalmış olmalı.
Yaşam başlangıcının 1910’lu yıllarda olduğunu güvenle söyleyebiliriz. Cadde üzerindeki en eski konakların günümüze kalmış tek temsilcisi olan, Durmuş Yaşar köşkünün demir parmaklıklı bahçe kapısı üzerine yazılmış yapım yılına bakınız; orada 1914’ü göreceksiniz.
İzmir’in ünlü Kordonunun, sanırım 1860’larda, Mösyö Gifre’nin (Élie Guiffray) öncülüğüyle bir yabancı sermaye şirketi (Société des Quais de Smyne; bunun adı, Alsancak Karakolu olarak kullanılan küçük yapının kapısı üzerinde hâlâ duruyor) denizden doldurulan yerde yapılması gibi, Karşıyaka tren yolunun ve istasyonunun yanı başına kadar uzanan deniz bölümü de, 19. yüzyılın ikinci yarımında, dolduruldu ve özellikle Rumların yerleştiği yeni bir konut alanı oldu.
Türkler, Karşıyaka’nın en eski bölümü olan, Soğukkuyu semtinde idiler. Sığyerlerin doldurulması, şimdiki yalı caddesinin bulunduğu yere, demek ki, 1900 sıralarında ulaşmış ve artık oraya da önü bahçeli konutlar, konaklar yapılmaya başlanmış.
Salih Paşa adının, 1909-1922 arası dönemde çeşitli Nâzır’lıklarda, hattâ 1920’de Sadr-ı Âzam’lıkta bulunmuş Salih Paşa’dan geldiği sanılmasın..
Yıkılıp yerine apartman yapılıncaya kadar Postacıoğlu ailesinin yaşadığı, yalıdaki 370 kapı sayılı, geniş, ön yüzü sütunlarla süslü konak, Salih Paşa Köşkü diye bilinirdi; caddeye de, köşke de adını veren, Fransa’da St. Cyre Askeri Akademisinde okumuş bir Osmanlı komutanı olan ve İzmir’de görevlendirilmiş bulunan Salih Paşa’dır.
Caddemiz bir ara, ailesinden bazı kişiler (o arada küçük erkek kardeşi Fikri Bey) Karşıyaka yalısında, şimdi Altay Apartmanı adını taşıyan yapının yerinde bulunan 428 kapı numaralı evde oturdukları için ve üstelik kendisi, İzmir’i kurtarmış Süvari Kolordusunun komutam olduğu için, Fahrettin (Altay) Paşa dolayısıyla, Fahrettin Paşa Caddesi
adını almıştı.
İzmir 1950 / Bilge Umar – 1
Sonra, galiba İnönü’nün Cumhurbaşkanlığına rastlayan dönemde, İzmir’deki Voroşilof Caddesi, Karşıyaka’daki Celâl Bey Sokağı gibi bütün cadde ve sokak adları kaldırılıp hepsinin yerine bir numara geçti, böylece Fahrettin Paşa Caddesi de “I700. Sokak’lığa tenezzül eyledi.
Aslında yalı caddesinde değil, caddenin Deniz Bostanlısı yanındaki eski ucundan biraz içeride, Şemikler’e gidiş yolunun başında birkaç katlı bir apartmanda emeklilik yaşamına başlamışken 27 Mayıs 1960 günü oradan Ankara’ya getirtilip Devlet Başkanı koltuğuna oturtulan Cemal Ağa’mızın anısını yaşatmak için, son olarak, caddeye Cemal Gürsel Caddesi denmiştir.
Benim çocukluk ve ilk gençlik yıllarım o caddede, 124 kapı sayılı evde geçti. Şimdi, olması gereken yerde, o evi bulamayacaksınız; çünkü, sözünü ettiğimiz ev, çoktan, yalı caddesinin diğer iki katlı evlerinin yanına, yani anılara, resimlere göçtü.
Günümüzde orada, anıtın bulunduğu köşeyi döner dönmez önüne geleceğiniz, 126 kapı numaralı Dalman Apartmanı var; bizim evle, bitişiğindeki, Karataş Ortaokulu resim öğretmeni İlhami Dalman’ın evi yıkılıp yerlerine bu apartman dikildi.

Yaşantımdan nice yılı benimle paylaşmış o evin yapılışını anımsıyorum diyemeyeceğim; o ev yapılırken, 1940 yılında, ben ancak 4 yaşındaydım.
Bir çocuk, 4-5 yaşlarındayken yaşadığı olayları, daha ileri yaşlarında, ilke olarak, anımsayamaz; ama, kendisine olağanüstü ilginç gelmiş yahut kendisinin duygusal dünyasında fırtınalar yaratmış olayları, hayal meyal de olsa, anımsar.
Benim bilincimde de, o evin yapılışı günlerinden böylesine bir anı var. Evin temel kazısı çukurlarında gördüğüm yeşilimsi suya büyük şaşkınlıkla bakışımı pek iyi anımsıyorum.
Çukurun kazıldığı ev inşaatı yerinin önündeki kaldırımın eni 3 m. kadardı; o zamanki yalı caddesi, topu topu 6 m. kadar genişlikte; sonra, yine 3 m. kadar eni olan, döşemesiz toprak zeminli bir kaldırım ve bunu sınırlayan alçak, uydurma bir kârgir (taş-kireç harcı) duvarın dibinde sığ denizin bazen suyla örttüğü bazen örtmediği yeşil yosunla kaplı taşlar.
Dolayısıyla, bizim henüz ortada olmayan evimizin temel çukurlarıyla denizin arasında yalnız 12 m. kadar uzaklık var ve elbette ki temel kazısı deniz suyu düzeyinin altına inince, çukurun o bölümün de, düzeyin altında, hep su oluyor.
Ama, benim henüz bileşik kaplar yasasından haberim yok; kupkuru yerde çukur kazıldığı halde temel çukuru dibinde minicik bir deniz çıkması, beni pek şaşırtmış olmalı.
Sanıyorum, taş döşeli yalı caddesinin beton döşenmiş caddeye dönüştürülmesi, bizim evin yapılması sırasında, 1940’ta oldu.
Çünkü, caddenin taş döşeli hâlini hiç anımsamıyorum; ama, tam bizim evin (yapılmakta olan, yahut yeni yapılmış evin) önünde Belediye işçilerinin yola beton dökmesi, gözlerimin önünde.
Kerestelerle sınırlanmış ayrı ayrı dikdörtgen alanlar oluşturulmasını, bu alanlara birer birer beton doldurulup üstünün bir diğer keresteyi hem testere oynatır gibi oynatmak hem de betonun tüm yüzeyi boyunca o yüzeye sürtmekle düzletilmesini, insan akımının çok büyük buluşlarından biri sanmış olabilirim.
Atlı Tramvay ve Voroşilof’un Otobüsü İzmir kenti nüfusunun 150 000, bunun içindeki (nahiye durumuna yükseltilmesi ancak 1927’de yapılan) Karşıyaka bölümü nüfusunun 15 000 kadar olduğu 1930lu yıllarda, Karşıyaka’da tek kitlesel ulaşım aracı, tren yoluna göre çok daha dar bir demiryolu üzerinde cılız bir beygirin çektiği küçük vagondan ibaret atlı tramvay imiş ve Papaz’a (Deniz Bostanlısı’na), Soğukkuyu’ya, Alaybey’e, atlı tramvay işliyormuş,
Alaybey’e giden atlı tramvay, iskeleden 200 m. kadar ileride ilk köşeye yaklaşırken sola, yalıya paralel uzanan arka sokağa (1675. sokağa) sapar, nedense yalıdan değil oradan gidermiş. Benim çocukluğumda oradan tramvay kalkmıştı ama sokağa hâlâ Tramvay Caddesi diyenler vardı.
Papaz’a giden atlı tramvay, o zamanki daracık Yalı Caddesi ile henüz doldurulmamış sığ deniz bölümü arasındaki toprak zeminli kaldırımdan gidiyordu. Onu birazcık anımsıyorum. Özellikle, 23 Nisan günlerinde biz çocukların atlı tramvaya bedavadan bindiği aklımda kalmış.
İskele-Soğukkuyu arasında ise, benim anılarımın uzanabildiği en eski yıllarda (1940 dolaylarında) Karşıyaka’nın tek Belediye otobüsü işliyordu ve bu, Sovyet Mareşali Voroşilof un Kurtuluş Savaşımız sırasında başlamış sıcak dostluk hâlâ süre giderken, 1930larda yaptığı ve pek candan karşılandığı, ağırlandığı, adının önemli bir caddeye (şimdiki Plevne Bulvan) verildiği İzmir ziyareti günlerinde İzmir Belediyesine (Karşıyaka’da ayn belediye örgütü yoktu) armağan ettiği bir Rus otobüsü idi: çalışırken, ister yürüyor ister duruyor olsun, zangır zangır sallanırdı; şoför, korna çalmak istediği zaman, yanı başındaki, soluk üflenecek ağız yerine küçük lâstik top gibi bir şey takılmış kısa, düz bir borazanın o lâstik balonunu eliyle sıkar ve bu balonlu borazandan-ibaret klaksonu ebüüübe diye bağırtırdı.
Derken, uygarlık koşar adım, atlı tramvaydan ve o Rus otobüsünden çok daha hızlı, ilerledi; atlı tramvayla, ebüüübe’li otobüs yok oldu.

İzmir’de, 1944’de, Alman malı, hepsi de kırınızı boyalı Büssing marka önsüz otobüsler çalışmaya başladı; bunlardan yalnız bir tanesinin, körüklü geçitle bağlanmış bir arka vagonu da vardı ve o, “ikili otobüs” diye anılırdı.
Böylece, Karşıyaka’da da İskele’den Papaz’a, Soğukkuyu’ya, yanılmıyorsam bir hayli sonra ayrıca Alaybey’e, birer otobüs çalışmaya başladı.
Bunlar, vapurun gelişinde iskelede olur ve yolcuların iskeleden boşalmasını bekler, sonra hareket ederdi.
Gecekondu İstilası Felaketinin öncesindeki İzmir Size, birazdan, birkaç yüz örneği günümüze miras kalabilmiş eski İzmir evlerini anlatacağım.
Ancak, önce, bir zamanlar o evlerden oluşan eski İzmir’in, bugünkü dev anakent içinde hangi bölümlere yayıldığını belirtmemde yarar var.
İnceleme gezimize, 1945-1950 İzmirinin güneybatı ucundan, Güzelyalı’dan başlıyalım. Konak-Üçkuyular arasında şimdi otoyol nitelikli bir yalı caddesi durumunda olan Mustafa Kemal Sahil Bulvarı, bildiğiniz gibi, 1980’lerde yapıldı; o zaman yoktu.
Mithat Paşa Caddesi ile deniz arasında sıralanan evlerden sonra, bugünkü askerî tesislerin yerinde, o zamanın askerî tesisleri ve özellikle bir deniz uçakları hangarı vardı; bunun önünde denize, tekerlek yerine kızakları bulunan deniz uçaklarının inmesi, denizden havalanması, Karşıyaka’dan görülebilirdi.
İzmir’in batı ucu burasıydı. Önünü tramvay caddesine, arkasını denize ve kızıl günbatımlarına vermiş yalı evleri, Konak’dan Karantina’ya (şimdi: Küçükyalı) kadar, Karataş’daki birkaç “Yahudhane”yi saymazsanız, hemen hemen tümüyle, birbirine bitişik sıralanmış iki katlı, orta halli vatandaş evleri.
Karantina’dan şimdi İzmir valisinin konutu olan Sivrihisaryan Konağına kadar, bahçeli zengin konakları; daha sonra yine birbirine bitişik sıralanmış orta halli vatandaş evleriydi.
Tramvay Caddesinden (Mithat Paşa Caddesinden) elektrikli tramvayla Konak yönünde ilerlerken, Karantina’ya kadar yolun sağ yanında, çoğu bahçeler içinde, bahçesi büyük olanların kimi yoldan görünmeyen evler, konaklar vardı ama, yerleşim alanı bunların hemen arkasında biterdi; örneğin, 1953 yılında İzmir Türk Kolejinin tek öğretim binası olarak işlev gören, Atatürk’ün Lâtife Hanımla evlendiği Uşşakîzâde Köşkünün hemen arkası, koyunların otladığı boş tarla idi.
Ancak Karantina-Konak arasında, yerleşim, yamaçta, Halil Rifat Paşa Caddesi ile Mithat Paşa Caddesi arasında, yukarılara da yayılıyordu.
Eşrefpaşa, en yüksekteki semtti; Kadife Kaleden aşağıya, denize uzanan yamacın yukarı bölümleri ile, güneye bakan (şimdiki çevre yolunun üstündeki) yamaç ve doğuya bakan yamacın tümü, boştu.
Kent, ovada, Tepecik (şimdi, Yenişehir) denilen yere henüz uzanmıştı; orası sayılmazsa, Basmahane Garı-Alsancak Garı arasında uzanan demiryolunun ötesi dahi henüz kent dışı, boş, bağlık bahçelik, bostanlık yerlerdi.
İzmir ile Karşıyaka arasında otobüs işlemiyordu; ne Belediye otobüsü, ne de başkası Minibüs diye birşey, işlemek şöyle dursun, biliniyor bile değildi.

İzmir-Karşıyaka arası gidiş geliş ya vapurla, ya da trenle yapılırdı. Karadan trenle yolculuk sırasında, şimdikinin tersine, aralıksız yerleşim bölgesi içinden geçmezdiniz;.
Salhane’de üç beş yapı, istasyon çevresinde deniz kıyısına ve oradaki küçük tepeye yayılmış, kentsel yapıda ama büyüklüğü açısından köy irisi bir Bayraklı, sonra yine deniz kıyısına yayılmış ve yamaç tırmanmağa hiç heves etmemiş küçücük bir Hıran; yine bomboş yamaçlar eteğinden gider ve iç körfezimizin kuzeydoğu köşesinde bulunan Pirina Fabrikası ile bitişiğindeki Alaybey Tersaneleri dışında yapısı olmayan, ineklerin otladığı yerlerden geçerek, Karşıyaka’nın doğu yanından, Alaybey’den, yerleşim alanına girerdiniz.
Karşıyaka, yalıda, Papaz’a (Deniz Bostanlısı) kadar uzanırdı ama, arka taraflar, hele demiryolunun öte (kuzey) yanı, henüz pek rağbet bulmamıştı; demiryolu ötesindeki yerleşim, ilke olarak, ana cadde durumundaki Zübeyde Hanım Caddesi üzerinde ve bundan sağa, sola ayrılan dikey sokaklarda idi.
Caddenin, Küçük Yamanlar Tepesi eteğine, Soğukkuyu Deresine dayanan ucundaki Soğukkuyu mahallesi, ana cadde üzerindeki evleri dışında, bahçeler içinde kerpiç evlerden oluşan köy karakterini hâlâ korumakta idi.
Devleşen İzmir anakentinin Çiğli’yi dahi içine alıp aradaki bütün boş yerlerin dolması, o zaman, hayal bile edilemezdi ve Şemikler, Nergis, Dedebaşı (Serinkuyu) henüz, Karşıyaka’nın, dolayısıyla İzmir kentinin kuzey ucu olan Soğukkuyu mahallesiyle aralarında meyve bahçelerinin bulunduğu ayrı köylerdi.
Sonuç olarak, 1945-1950 İzmiri, kapladığı alan yönünden, 1922 İzmirinden pek fark göstermiyordu.
Eski İzmir Evleri
Asıl konuya girmeden, bir de şu ön bilgiyi vermem gerek: İzmir Rumlarının ve Ermenilerinin büyük çoğunluğu, 9 Eylül 1922’nin az öncesinde ve sonrasında, Yunanistan’a kaçmışlardı;
30 Ocak 1923 gününde Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan, kişisel isteğe bakılmaksızın, Batı Trakya Türkleriyle İstanbul Rumları dışında, Türklerle Rumların değiş tokuş edilmesini ilişkin ünlü mübadele antlaşması gereğince, İstanbul dışında bütün Türkiye’nin Rum Ortodoks Kilisesine bağlı insanlarından hâlâ Türkiye’de kalmış bulunanlar, hangi soy kökeninden olurlarsa olsunlar, Yunanistan’a gönderildiler.
Türklerin Yunanistan’da kalan taşınmaz mallarını Yunanistan hükümeti sahiplendi ve buradan oraya giden Rumlara, Türkiye’de bıraktıkları mallarına karşılık olarak, dağıttı.
Rumların burada bıraktığı taşınmaz mallan da Türkiye sahiplendi; bu taşınmazların çoğunu Yunanistan’dan gelmiş Türklere dağıttı, kimini de kamusal hizmetlerin yürütüleceği yapı olarak kullandı (örneğin, benim 1942-1947 döneminde okuduğum Karşıyaka Cumhuriyet Okulunun hizmet binası, o zaman, dış duvarları sıvasız kârgir büyük bir kilise yapısından bozmaydı) kimini açık arttırmayla sattı (bizim evin arsasını da babam, 1939 yılında, borç harç devşirebildiği para ile arttırmaya girip, 500 TL bedel ödeyerek almıştı.
1945 – 1950 İzmir’inde; büyük yangının silip süpürdüğü alanın fuar kapsamına alınmamış bölümünü artık kaplayan 1922 sonrası evlerini saymazsanız, evlerin pek büyük çoğunluğu, 1880-1922 İzmir’inin, o zamanlar Türklere ya da Rumlara ait bulunmuş, tipik evleriydi.

Gariban semtlerinde yeni ya da eski uydurma evler de vardı ama, 1950’ye gelinceye dek, gecekondu düzensizliği kesinlikle yoktu; “imar mevzuatı” her yerde uygulanıyordu ve Belediye her yerde “vaziyete hâkim” idi.
Eski İzmir evlerinden, konak türü gösterişli konutlar, örneğin, Karantina ile Göztepe arasında, Tramvay Caddesinin her iki yanında, bahçeler içinde, hâlâ gururla yükseliyordu.
Karşıyaka yalısında da, iskeleyle şimdiki (deniz üstündeki) Nikâh Dairesi arasında, bahçe içinde, gösterişli konaklar vardı.
Buradakilerden şimdi yalnız, Durmuş Yaşar’m son yıllarını geçirdiği konak, bir de, Karşıyaka’lıların “Norveç Konsolosluğu” diye ya da Küçük Ev diye bildikleri yapı, Van Der Zee köşkü kaldı.
Ama, kıyıdan az ya da çok içerilerde dahi böyle konaklar vardı: Örneğin, Karşıyaka İstasyonu karşısında ve yakınlarında. Alaybey semtinde dahi böylesi görülebilirdi.
Yalı caddesinde, 1699. Sokağın başladığı köşede, sağ yanda, bizim evimizden yalnız 50 m. kadar ileride, yâr-i vefa- dar ve kadîm kafadarım, ilkokuldan sınıf arkadaşım, ortaokuldan sınıf arkadaşım, Hukuk Fakültesinden sınıf arkadaşım, eski Baro Başkanımız Güney Dinç’in çocukluk ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği konak, 1939 dolayların da, sermayeyi kediye yüklemiş Abdürrezzak Kehale adlı bir armatörün mallarının satışı sırasında, Güneyin (Balkan Savaşları gazisi ama Çanakkale şehidi subay kocasından dul ve yadigâr kalma) Midilli göçmeni anneannesi Lütfiye Özbek tarafından satın alınmış.
Küçük bahçesini arkasında gizleyen bu 3 katlı konağa pek çok girip çıkmışlığım vardır. Daha ileride ve yalıdan biraz içeride Alaybey ilkokulu karşısında, 1960’larda Özel Yamanlar Koleji binası olarak kullanılan, pek büyük bir bahçe içindeki, saray yavrusu koskoca konak, elbette ki, şimdi sözünü ettiğimiz eski İzmir evlerinin çok daha görkemli bir örneğiydi.
Oraya da girdim çıktım; çünkü orası dahi kim bilir hangi Rum zenginden devlete kalmış mülklerden idi ve Selanik göçmeni bir aileye, Yunanistan’da bırakılan mallarına karşılık, verilmiş bulunuyordu; bu alenin başında da babamın yakın arkadaşı, İstihkâm Albay (ve gençliğinde, babam KSK’de yönetici iken KSK futbolcusu) Şevket Gökşin vardı; ailece birbirimize gider gelirdik.
Konağın bahçesindeki devleşmiş manolya ağacı, çiçek açma zamanında, bütün Alaybey mahallesini baygın bir kokuya büründürürdü.
Böylelerine göre daha az görkemli, ama yine de gösterişli ve zengin konutu kimliğinde evler, İzmir Kordonunda yanyana dizilmekle kalmaz, Karşıyaka yalısında da, bahçelerini öne sürerek, cephe tutarlardı.
Ancak, İzmir’de ve onun Karşıyaka bölümünde orta halli vatandaş semtlerinde, çoğunluk, iki katlı, üst katta ortada kapalı küçük bir balkonu bulunan; dış yüzleri birbirine pek benzediği gibi iç plânlan da genellikle birbirinin aynı yahut benzeri olan, çoğu kez ön yüzünde işlenmiş taşları hem yapı malzemesi hem de dekoratif amaçlı olarak kullanıldığı tipik İzmir evlerindeydi.
Bunlardan, örneğin, Karşıyaka yalı caddesinde bizim evin yanındaki 126 kapı sayılı ev (Karataş Ortaokulu resim öğretmeni ressam İlhamı Dalman ailesinin evi) ile, 120 kapı sayılı, Makarnacı Hakkı Bey’in (Elbirlik) evi, aynı planı gösterirdi.
Hem denize pek yakın zeminin neminden, ıslaklığından korunmak için hem de odun, kömür vb. depolamak için, tabanı sokak (cadde) düzeyinin biraz aşağısına inen, içte 1-1.5 m. yükseklikte bir bodrum bölümü bırakılarak biraz yüksekte yapılan zemin kata, sokaktan, kapı önündeki 5-6 basamaklı merdiveni çıkmakla ayak basardınız.
Kapıdan içeri girince sağda, ancak konukları oturtmak için açılan “misafir odası”nın kapısı bulunur. Sokak kapısından sonra girdiğiniz yer, genişçe bir geçit yeridir ve tam karşıdaki, hem oturma odası hem yemek odası işlevli odaya buradan geçilir, üst kata çıkma merdiveninin başı da burada, sağ yanda, misafir odasının sonrasındadır.

Bu orta boşluğuna hayat denir ve ona açılan kapılan açık tutmakla, nişan toplantısı, mevlid toplantısı gibi zamanlarda, hayat, misafir odasının ve/veya oturma-yemek odasının uzantısı işleviyle kullanılabilir.
Hayat’ta, sokak kapısından giren birine göre sol ileri köşede, kocaman bir soba durur ve kışın bütün evi, olabildiğince, bu soba ısıtır.
Oturma ve yemek odasının iki penceresi vardır; bunlar, evin arkasındaki bahçeye yahut bahçe bölümüne bakar.
Odaya önden girer, sağ yanda ortadaki kapıdan, dar ve karanlık bir geçide çıkarsınız; bu geçit sizi sağında bulunan, alt kattaki küçük tuvalete; onun üzerinden üst kata çıkarır, küçük ve dar merdivene, sonra da mutfağa ulaştırır.
Mutfak, yemek odasına yan dönmüş, sırtını komşu eve dayamıştır; önündeki pencereler, evin arkasındaki bahçeye açılmaktadır.
Bu tipik İzmir evlerinin üst katında, orta yerde, yine bir “hayat” ve tümünün kapısı ona açılan yatak odaları bulunur.
Yatak odalarının ikisi ön taraftadır, bunların birinden küçük, kapalı balkona geçilir. Arka tarafta da genellikle iki yatak odası vardır ve bunların pencereleri, evin arkasındaki bahçeye bakar; odaların birinden, yahut ayrı bir koridordan, alttaki mutfağın tam üzerinde bulunan banyo/wc’ye geçilir.
İzmir’de, kendi başına konut edinemeyen ve kiralayamayan ailelerin topluca, ama apartmanlardaki gibi dikine yığılmayla değil yatay yayılmayla birlikte oturduğu, özel bir konut türü de, tek tük, vardı.
Onlara eskiden Yahudhane (İslam olmadıkları için kadınlar bakımından kaç-göç derdi bulunmayan Yahudilerin topluca oturduğu konut demek isteniyor) denirmiş; benim çocukluğumda pek sıcak bir adla, Aile Evi diye anılıyorlardı.
Bunlardan, Karataş’ta, tarihsel ESHOT binası yakınlarında, Mithat Paşa Caddesi ile deniz arasında bulunan birini; bir de, İkiçeşmelik Caddesi’nde bulunan birini görmüş, içine girmiştim.
Aile Evi, aslında, bir orta avlusunun her yanına, birbirine bitişik 5-6 oda yapılması ilkesine dayanan bir ortak konut türü idi; WC, odanın arka yanında olabileceği gibi ortaklaşa bir yahut birkaç tuvalet kullanılıyor da olabilirdi.
İzmir’in Denizi Deniz İken
1945-1950 İzmir’inde, evlerden bir haylisinin WC pislikleriyle mutfak, banyo, çamaşır vb. her türlü atık pis suları, kanalizasyondan körfeze değil; evin kendi atıklar çukuruna, Fransızca fosse septique’den bozma adıyla, fosseptik’ine giderdi.
Bu çukur, evin bahçesinde hazırlanır, üstü beton kapakla örtülürdü. Çoğu kez, evin yapımı sırasında kireç söndürmek için kazılan oda biçimli büyük çukur sonradan bu amaçla kullanılırdı.
Apartmanlaşma öncesi o dönemde, evlerin üçer beşer kişilik halkının atıklarına, böyle bir atık su çukuru, genellikle sorun çıkarmadan, yetiyordu.
Çünkü zaten atık sular, çukurun içinden, zamanla toprağa geçiyordu; yalnız, bu nedenle, atık çukurunu, suyuna karışma olmasın diye, kuyu yakınında yapmamaya dikkat edilirdi.
Körfeze akan kanalizasyon boruları yok değildi; yalı caddesine açılan her bir sokağın ağzı karşısında deniz kıyısına gittiğinizde, o sokaktan gelen kanalizasyon borusunun denize azar azar pis bir su bıraktığını görürdünüz; ne var ki, tüm kent nüfusunun ancak 200 000 dolaylarında bulunduğu 1945- 1950 İzmir’inde, o nüfusun kanalizasyondan gelen atıklarını, körfezin uç bölümü, yok edebiliyordu.
Sanayi atığı diye bir şey ise hemen hemen hiç yoktu; çünkü Türkiye’de, İzmir gibi en ileri bir kentte bile, sanayi hemen hemen yoktu.
Ülke, bisiklet, pil, hatta toplu iğne, zincir bile üretemiyordu. Dolayısıyla, yaz aylarında kupkuru olması gereken dere yataklarında, gri-siyah ırmak akıntıları hâlinde zehirli sanayi atıklarının gürül gürül körfeze boşalıp durduğu günler, henüz gelmemişti.
Körfezin denizi, aşağı yukarı, Çeşmenin denizi kadar temizdi ve balık doluydu. Körfezde, şimdi Girne Bulvarı başlangıcında deniz kıyısındaki Erdoğan Özen Meydanında havuzun ortasında birbirine sarılmış durumda yapılmış heykelleriyle anısını yaşattığımız sevimli yunuslar gezinir, zaman zaman körfez vapurlarıyla yarışırdı; kıyıya yakın gezinen karabataklar, denize daldıktan sonra her çıkışlarında, gagalarında yakalanmış bir balık tutarlardı.

Böyle olunca, İzmir’in denize yakın yerlerinde oturan gençlerin neredeyse hepsinde, yetişkinlerin de birçoğunda, balık avına az çok merak ve bulaşmışlık görülürdü.
Örneğin, bitişik komşumuz, yaşını başını hayli almış ressam İlhami (Dalman) Bey, özel yaptırdığı, oturulacak üst tahtası altında oltaların, çeşit çeşit iğnelerin vb. malzemenin konduğu iki çekmecesi bulunan bir tür taburesi ve, küçük yassı hasır sepetini alıp evinin kapısından 12 m. kadar ileriye, deniz kıyısına çıkar, taburesinin üzerine yerleşir, oltanın iğnesine yemi taktıktan sonra misinayı sallayıp denize fırlatır ve işte bu kadarlık emeğe bolca sabır eklemekle, bir günde o sepeti dolduracak kadar balık tutardı; levrek, çipura, lüfer gibi gözde balıklar eve gider, av hâsılatının büyük çoğunluğunu oluşturan isparozları konu komşuya dağıtılırdı.
Benim de, çocukluk yıllarımda kıyıdan yahut kayıktan, balık avlamaya çıktığım çok olmuştur. Olta elde beklerken, yemi kapmak isteyen balığın tik tik edercesine oltaya “vurma”sını farkedince, “Vuruyor!” diye yaygara ettiğimi; oltaya telâşla asılıp, ağzına takılmış iğneden kurtulmak için çırpına çırpma bana doğru gelen isparozlan çektiğimi mutlulukla anımsıyorum.
Balıkçılar da, körfezin iç ucunda bile, ağ atarlar hatta bunu bazen gece karanlığında yaparlar ve o zaman, ağı attıkları yerde, kayıklarında yaktıkları bir fenerle gezip ayaklarını güm güm vurmakla balıklan ağa doğru yönlendirmeye çalışırlardı.
Gündüz, yalıda ağ çeken balıkçıların başında, kimi alıcı, kimi bakıcı 20-30 kişi bekleşir; ağ çekilir çekilmez, çırpman balıklar oracıkta tartısız, terazisiz, iki avuç arasına sığdırıldığı kadar hesabıyla, uzatılan kaplara, kâselere doldurularak satılırdı.
Karşıyaka’nın çocukları, o arada ben, denizden irice midyeleri çıkarıp sepete doldurarak eve getirmeyi, mutfakta bunları yıkayıp o kabuklu hâliyle haşlamayı ve kaynar suyun içinde midyenin iki kabuğu iyice aralandıktan sonra, midyeleri soğuk suya geçirmekle hemen soğutarak, içini çıkarmayı; midye içinin minicik püskül gibi uzantısını ve barsak işlevli bölümünü atıp, onu yenecek hâle getirmeyi bilirdik; bundan sonrası, evin annesine kalırdı: haşlanmış, temizlenmiş midye içleri ya zeytinyağı, limon eklenmesiyle midye salatasına dönüştürülür, ya da tavada kızartılıp, İstanbul Çiçek Pasajı meyhaneleri usulü, tarator sosuyla yenirdi.
Yalı caddesi, taş toprak dökülmesiyle doldurulan eski sığ deniz kesiminde yer aldığı, ama denizin doldurulması o sırada şimdiki kadar ilerilere götürülmüş bulunmadığı için; 1940’lann, 1950’lerin yalı caddesi yanı başımdaki deniz bölümü hâlâ oldukça sığ idi ve dökülen taşlardan oralara sıçramış olanlar dolayısıyla, taşlıktı.
Deniz yarımdaki toprak zeminli kaldırımı sınırlayan, set işlevli alçak duvarı aşıp denizin başlangıcında kaygan yosunlarla kaplı taşların yayıldığı zemine ayak basmak, elbette ki, bir kumsala ayak basarak denize girmek kadar keyifli olamazdı ve bizim denizimizde, suya girip yüzdükten sonra dalgaların gelebildiği son bölümde kumlara uzanmanın keyfi, bugünkü nikâh dairesinin bulunduğu yer yakınları hâriç, sürülemezdi.
D e v a m E d e c e k . . . .
İzmir ve Karşıyaka Anıları – Turan MUŞKARA 1.Bölüm
İzmir ve Karşıyaka Anıları – Turan MUŞKARA 2.Bölüm
İzmir ve Karşıyaka Anıları – Turan MUŞKARA 3.Bölüm
İzmir ve Karşıyaka Anıları – Turan MUŞKARA 4.Bölüm
İzmir ve Karşıyaka Anıları – Turan MUŞKARA 5.Bölüm
İzmir ve Karşıyaka Anıları – Turan MUŞKARA 6.Bölüm -SON-