İzmir ve Karşıyaka Anıları – Turan MUŞKARA 6.Bölüm -SON-
DOSTLARIM, HAYVANCIKLAR VE BÖCEKLERLE DOLU YILLARIM
Geneve’de Commerce’in karşısındaki restorandayız. Deniz ürünleri ile ünlü bir yerdir. Gülen ıstakoz istedi, getirdiler, canlı canlı tepside oynuyordu. Sonra pişirildi ve bu kez pişmiş haliyle geldi hayvancık. Yendi gitti. Bu bende bir burukluk bıraktı.
Canlı canlı sıcak suya atıldı ve canlı canlı pişirildi. Uzun seneler evvel, Konak’ta balıkhaneden irili ufaklı ıstakozlar almıştım. Hepsi canlıydı. Eklem yerleri gibi deliklerini pamuktan bir fitili şişle iyice bastırarak tıkadıktan sonra Gülen onları bir büyük tencereyebkaynar suya atmıştı.
Atmıştı da ıstakozlar acıklı sesler çıkararaktan sudan dışarıya atlamışlardı. Atlayanlar tekrar tencereye atılıp, tencerenin kapağı da kapatılmış ve üzerine tunç havan yerleştirilmişti. Sonra usulüyle yenmişti ıstakozlar, fakat ikimizin de içi bunalmıştı.
Bir başka hayvanlı anı 1938-39 yazlarına ait. Yazlan Ödemiş Gölcük’e bir aylığına yazlığa gider ve orada Murat Türkmenoğlu’nun işlettiği otelde kalırdık. Bir keresinde babamızın yakın dostu, Karşıyakalı ve ünlü avcılardan Sefa Bey (Kasapoğlu) bize küçük kalibre bir çifte vermiş ve Gölcük’te avlanmamızı öğütlemişti.
Ben ve Celasin elde tüfek, Gölcük’e büyük bir hava ile gitmiştik. Kültürpark atış poligonunda ortaokul çağımızdan beri defalarca atış deneyimleri yaptığımızdan silahın ne olduğunu biliyorduk. Gölcük’e geldiğimiz günün ertesi sabahı, erkenden, elde çifte, belimizde izci matarası ve çakısı, daldık koruluklara av peşinde dolaşmaya. Hayret ne de az kuş vardı o sabah koruluklarda. Derken, bir çam dalı bize epeyce yakın bir dalda bir baykuş gördük.
Baykuş koca gözleriyle bize bakıyor, hiç korkmuyordu. Baykuşları iyi tanırdık, Karşıyaka’da evimizin çalısında yuvaları vardı ve su oluklarını tıkarlardı. Babam onları sevmez, hatta bir sabah şafak vakti gene Sefa Bey’in getirdiği onikilik bir çifte ile bir kaç tanesini daha havada iken vurup aşağı indirmişti.
Demek ki baykuşları vurmak caizdi. Ama bu baykuş pek de çelimsiz, ufak, tostoparlak bir şeydi ve bize bakıyor, adeta bizi seyrediyordu. Silahı kaldırdım ve nişan aldım, baykuş arpacığın ucunda duruyordu ve hâlâ bize bakıyordu. Parmağım tetikte, kuş arpacıkta, tetiğe basamadım, olmadı.
Dolaşmaya devam ettik. Gene bir kuş, bir dalda cik cik ediyor, vuramadık. Otelden ayrılırken bir havamız vardı ki, sanki mutfak o gün bizim avlarımızla dolacaktı. Ama o son kuşa da sıkamayınca artık avlanamıyacağımızı anlamıştık, peki eli boş nasıl dönecektik otele.
Karşıyaka’da balıktan eli boş dönerken balıkçıya uğrar bir iki küçük çipura, lidaki inandırıcı olsun diye isparoz alıp gelirdik de evde gene de takılırlardı, hangi körfezden geldi bu balıklar diye. Burada kuşçu da yoktu ki. Derken, bir patikada dolaşan küçük piliçler gördük. Celasin veya ben. tam hatırlayamıyorum, çifteyi doğrultup ateş ettik.
Civcivlikten yeni çıkmış bir piliç yerdeydi. Sonra pilici kuşa benzetme operasyonuna geçtik, izci çakımızla kafasını ve bacaklarım kestik, bir güzel de yolduk. Artık kuşa benzemişti. Otele döndüğümüzde mutfağa uğrayıp pek kuş yoktu bir tane vurabildik, ne yapalım diye ayrıldık. Derken bir süre sonra madam anne karşımıza dikildi.
Madam anne oteli işleten baba dostu Murat Bey’in karısı Anuşka’ydı. Ona madam anne derdik. Pilicin sahibi köylü karısı kapıya dikildi, hanginiz vurdu ise bir tavuk parası istiyor diye gürledi. Tabidir ki epeyce tiye alınmıştık. Hele Fatoş (madam annenin kızı) epeyce takılmıştı da Celasin’den patak yemişti, kulakları çınlasın.
Lafını ettiğim baykuşlar babamın o sabah açtığı ateşten sonra çatımızda artık görünmez olmuşlardı. Bu vesile ile çatı olukları da temizlenmiş, kışa hazırlık yapılmıştı. Ama biz olukları temizlemekle kalmıştık sadece. Bu kez çatıya kerkenezler dadanmıştı ve sonunda onlar da oluklara yuvalarını yapmışlardı.
İlk kiracılarımız serçeleri baykuşlar hem yemiş hem de kaçırmıştı. Baykuşları babam korkutmuş ve şimdi kerkenezler gelmişti. Seri hareketlerle kanat çırpan, uçarken akrobasi yapan, sivri ve kanca gagalı kuşlardı. Birisi bana bir saka kuşu getirmişti. Sakanın kafesini bahçede, komşunun yüksek duvarına asmıştım.
Kafesin asılı olduğu duvarın önünde de domates, biber gibi fideler diker, kardeşimle oyalanırdık. Bir gün bahçeyle meşgulken benim sakanın acı acı öttüğünü duydum. Başımı kaldırdığımda kuş kafese yapışmış korkudan çırpınıp cikliyordu.
Bir kaç saniye geçti geçmedi bir kerkenez fırtına gibi kefese vurup kaçtı ve bizim sakayı da kafes tellerinin arasını da ezerekten çekip çıkartmıştı. Kerkenezleri oldum olası sevmemişimdir. Hayvanat bahçelerinde de kafeslerinin önünde de bir saniye bile durmamışımdır.
Gölcük’de, otelde bir İngiliz aile de vardı. Gölcük’ün senelerdir devamlı ziyaretçisiymiş. Turyağ’ın da genel müdürü olan bu yaşlı İngiliz meğerse iyi bir balık avcısıymış ve Gölcük’te hep avlanırmış. O sene, gölde sazanın azaldığını öne sürerek avlanmamıştı. Ailece, Hikmet ablam, Ümit ve biz büyük hayranlık duymuştuk İngiliz’in bu jestine. Ben doğaya yaklaşım derslerinin en canlılarını Gölcük ve Bozdağ’da geçirdiğimiz tatil haftalarında aldım.
Genevre’deki ıstakoz bana bütün bunları hatırlattı ve hatırlarken de bir sinema şeridi gibi çabucak geçiyor hayallerden. Yazarken ise dalıyor insan daha evvellerine, daha sonralarına. Doğa ve yarattıkları, bunlardan daha başka ne anılar hatırlanabilir, akla daha neler gelebilir derken, geliyorlar da. İşte ineklerle konuşmam, kurbağalarla kavga etmem, sonra babamın karıncalan güreşe tutturması, daha neler, düşündükçe akla gelenler.
Karşıyaka’daki evimizin büyük ve mamur bahçesinde havuzbaşı dediğimiz bir oturma mahali vardı. Beton mozaik zeminin kenarlarında, gülistana geçen basamağın diplerinde yer yer çatlaklar meydana gelmiş. Derken, bu çatlaklarla mozaik zeminin altındaki toprakta, derinlerdeki karınca yuvarlarından dışarıya açılan kapıların oluştuğunu, karıncalar çatlakların etrafında dolanmaya başlayınca fark ettik.
Çatlaklar havuz başının üç kenarında yer yer uzanıyordu. Kısa sürede bu çatlaklarda kum, aslında kum da değil mozaik kırıntısı, sonra toprak da kümelenmeye başladı. Artık tipik karınca yuvası girişi oluşmuştu. Bu olay üç dört günde gelişmişti. Karıncalar maharetle çatlaklardan mozayiği delmiş, dünyalarına yeni kapılar açmıştı. Yuvalarından dışarıya çıkan karıncalar bizim yabani karınca dediklerimizdendi Koyu kızıl renkte, baş ve gövde bölümleri kocaman, baş bölümündeki çene kıskaçları uzun ve dişli, savaşçı karıncalardı.
Doğanın adeta içinde yaşadığımız o yıllarda, ne de çok karınca türünü bilir, ayırt ederdik. Babam erken saatlerde bahçeye çıkar,havuz başında kahvesini içerdi. Akşam üstleri de, bakım zorlukları nedeni ile mermer havuzcuğun kaldırılmasına ve boşluğun doldurulmasına rağmen hâlâ havuz başı diye adlandırılan o yerde bir iki kadeh atardı.
Karınca yuvalarının kapıları ve karıncalar babamın dikkatini çekmişti. Bu dikkat ileri gitmiş ve beş metre kadar mesafedeki iki yuvadan çıkan karıncaların renk tonlarındaki ve kafa büyüklüğündeki farklılıkları da görmüştü.İşte bundan sonra sonbahar yağmurlarına kadar sürecek karınca oyunu başladı evimizde.
İki ayrı aileye mensup bu karıncaları babam tanıştırmak ister. İki yuvada daha koyu renkliler, bir yuvada da biraz daha açık renkli ve daha küçükçe başlılar yaşıyordu. Babam bir deneme olarak açık renklilerden iki üç taneyi alıp koy renkli karıncaların çıktığı kapının önüne koyar. Koyar koymaz birde ne olsun, yuvadan fırlayan karıncalar açık renkli misafirlerin üzerlerine çullanırlar.
Daha güçlü olan koyu renkliler ilk aşamada bir kaç açık renklinin kafasını çene kıskaçları ile kopartırlarsa da bununla yetinmeyen yuva sahipleri, müstevlilerin bacaklarını, kafalarını eklem yerlerinden kesip ayırırlar ve ganimeti yuvalarına kışlık erzak olarak taşırlar.
Bir iki gün babamın çömelerekten yaptığı bu işi görünce biz de ilgilendik ve karınca tokuşturmak, karıncalara toplu savaş yaptırmak o yaz bir aile meşgalesi olmuştu. İnanmayan eşe dosta da bu ilginç buluşu marifetmiş gibi gösterirdik. Sonbahar ve kış yağmurlarından sonra karıncalar o kapılardan bir daha çıkmadılar, her halde tekin olmadığına karar vermişlerdi.
Yaratıklarla, hayvancıklarla aramda oluşan anılarda dolaşırken, onların seslilerini de hatırladım. Gene Karşıyaka’daki evin bahçesindeyim. İkinci bir havuz var. O senelerde Karşıyaka’nın bahçelik, koruluk ve tarlalarla kaplı yerleri çoğunlukta. Kurbağalarda cennet hayatı yaşarlardı o bahçelerde. Rengarenk, cins cins kurbağalar vardı ve bizim bahçede de zıp zıp zıplayıp dururlardı.
Bu kurbağlardan yeşil renklileri havuzda yüzer, dışarı atlar, adeta oynaşırlardı ve de vırak vırak diye uzun uzun bağırırlardı. Senelerce bu böyle gitti ta ki evlenip eve Gülen gelinceye kadar, kurbağalar sadece bağırıp durdu. Bir akşam, kurbağaların vıraklamasına benzer bir sesle karşılık verdim, vırak vırak, sonra bu ses adeta bana bak,bana bak oldu. Karşılıklı seslenme kısa sürede konuşmaya dönüştü.
Turan, Turan, bana bak, bana bak diyorlar gibiydi, bu seslenmeleri Gülen’e de böyle gelmişti. O yaz eve gelen dostlarımız da kurbağaların Turan bana bak sesleri ile neşelendiler. Orhan, Ümran Uslular’ın, Nur’un, Celasin’le Masume’nin, Münci Kapani’nin kulakları çınlasın.
Alışılagelene uyarak, çocukları sıcaklardan kurtarmak ve dağ havası almaları için yaz aylarında Yamanlara çıkardık. Bir kaç aile ile beraberce, sohbetli, neşe dolu iki ay geçerdi. Yamanlar’a gidip gelmek için özel bir otobüs ile güneşin batışından hemen evvel çıkılır, sabahları inilirdi.
Otobüs Dedebaşı yolunu aşarken yol üstünde yer yer inekli bahçelerin yanından geçerdi. Nasıl oldu ise bir gün ineğin birine mö diye laf attım. İnek de bana cevap vermez mi, ben tekrar möledim derken komşu inek lafa karıştı. Yol bozuk, otobüs o bölümden ağır ağır ilerliyor ve inekler de bol bol benimle möleşiyor, konuşuyor. Otobüste bir neşe, fakat kimse benim kadar inekçe konuşamıyordu.
İnekler bu laflaşmaya alışmazlarmı. Adeta otobüsün yolunu bekler olmuşlardı. Ne de sıcak anılardır bunlar, otobüsteki beraberlik ve inek aksam ile konuşmalar. Kimler yoktu otobüste, Raşit Özsaruhan, Şükrü Postacıoğlu, Cihat Aksel, Nuşin Zafer Adaman, Ali Halim Bayer’in çocukları, bazen de Gülen, Mehmet Üster, daha ne Karşıyakalılar vardı möleyenler arasında.
Evet, Yamanlar grubumuzdaki Haluk, Dilek Faralyalı, Haşan, Bertil Çolakoğlu ve çocukları Nuri Ersin, Hikmet, Sabri, Kemal de otobüste möleyenler arasında pek çok kez vardı herhalde, ama listeyi kim hatırlar.
Hayvanlar alemindeki anılarımda, gene Karşıyaka’daki evimizde geçen bir kuzunun hikayesi vardır. Sene 1935 filan olmalı. O sıralarda pazarları uzun aile yürüyüşü yapılırdı. Bazen yaya, bazen bisikletlerle Dedebaşı’na, Bostanlı’ya açılınırdı.
Gene bir pazar, teyzem, Tevfik ağabeyim, Celasin, ablam Ümit ve ben Dedebaşı’na, pazar yerine kadar yürümüştük. Pazarda satılık bir kuzu vardı, ne de şeker şeydi. Bembeyaz tüyleri, siyah lekeli burnu ve kulakları ile sanki maske takmış gibiydi. Ağabeyimin kızı Ayla henüz pek küçüktü 2-3 yaşlarında olmalıydı. Ağabeyim o kuzuyu Ayla için almış ve tam 175 kuruş saymıştı.
Kuzucuk boynunda ip, ipin ucu benim ve Celasin’in elinde, peşimizden o uzun yolu yürüyerekten eve kadar geldi. Ağabeyimin evi ile bizim evin arasında boş bir arsa vardı. Mahallenin çocukları ile orada top oynardık. Kuzunun ipini orada toprağa çaktıklan bir kazığa bağladılar. Kuzu hepimizin bilhassa Ayla’nın sevgilisi olmuştu. Kuzucuk ipine bağlı tarlada otlanıyor, hepimizle ne de güzel oynaşıyordu. Ona şeker, arpa, buğday veriyor, o da kara benekli minik burnunu ceplerimize sokup şımarıyor, şeker, arpa araştırıyordu.
Derken, bir sabah kuzumuzun tarlada ikileştiğini gördük. Bizim kuzunun biraz ötesinde bir başka kuzu daha otluyordu. Sonra işin sırrı çözüldü. Komşumuz Hüsnü Bey de kızlarına bir kuzu almıştı. Kuzular aynı boydaydı ama bizimki daha bir güzeldi, hele o siyahlı maskesi ile. Gel zaman git zaman, yaz sonunda birisi evde ortaya bir laf atmıştı.
Aşçıbaşı olmalıydı, Ayla’nın kuzusu büyüdü, sonra ne olacak, bir güzel fırınlayalım onu. Bu laf tuttu, konuşmalar bir kaç gün uzadı, neden kesmek gerekir, acımalımı, gelecek bahara yenisi alınır mı, denilirken pazar günü için gün biçildi, ailece toplanıp kuzu ziyafeti çekilecekti.
Pazar günü kuzu tantana ile sofraya geldi. Geldi ama yiyen yok gibi. Ben, kardeşim, ablam Ümit, teyzem el sürmedik. Hatta içimden ağlamak geliyordu. Ayla’yı getirmemişlerdi bile. Babamım, amcamın, annemin de neşeleri yoktu ve bin pişman oldukları hallerinden belliydi.
Kuzucuk tepside önümüzde bir süre durdu, büyükler orasından burasından biraz kestiler ve ahçıbaşı tepsiyi kaldırdı gitti. Aile toplantısı kuzunun yası ile dağılmışken, bahçıvan Malik koşarak geldi, hani kuzu kesilmişti, işte burada diye ipinden çekerek kuzuyu karşımıza çıkarttı.
Herkes şaşırmış bahçede kuzuya sarılmak için itişmeye başlamıştı. Evet, tepsideki kuzuyu ahçıbaşı kesmişti, kesmişti ama komşumuz Hüsnü Bey’in kızlarının kuzusunu kesmişti yanlışlıkla. Hüsnü Bey can insandı, sorun olmamıştı. Zaten onun beş kızının pek umurlarında da değildi aslında kuzular. Ne de güzel bir kuzucuk anısıdır bu. Karşıyakalı günlerimden.
Anılarımdaki küçük yaratıkların biri de Karşıyaka’da evimizin kapısının camına gelen yusufçuktur. Kapının üst tarafında dekoratif camlar vardı. Bir akşam hava karanlığına yakın bir sırada, camın üzerinde pembemsi bir böcek gördüm. Babama gösterdim, yusufçuk derler ona dedi. Kertenkeleymiş aslında. Cama yayılır dururdu. Biz onu içerden görürdük.
Ayaklarını gerer, açar, parmaklan da bir açılırdı ki, sanki cama yapışmıştı. İki kibrit çöpü boyunda, incecik bir kertenkeleydi. Yerini de seçmişti, elektrikler yandığında, odanın aydınlığına gelen sivrisinekleri kımıldamadan, ince dilini olta gibi uzatıp çekerekden avlardı. Avını sabırla hareketsiz beklerdi. Bu hal pek uzun zaman sürmüştü.
Akşam karanlığı çöktüğünde gözümüz yusufçuğu pencerede arardı. Yusufçukla biz küçükler kadar büyükler de ilgilenir. onu seyreder, sözünü ederlerdi.
Bugüne kadar yılan seven, ay ne şeker şey diyen bir kimse ile karşılaşmadım. Evinde cam muhafazada kertenkele ve yılan besleyen bir arkadaşım vardı. Ama o zaten eksantrik bir insandı. Zooloji evlerinde, bahçelerinde seyrettiğim yılanlara bakarken hep içimden tiksinmiş, garipsemişimdir. İşte yılanlara soğukluğum ve alerjim bu boyutlardaydı. Bu boyutlardaydı da gene de insan değişik hislere kapıldığını deneyimleriyle görüyor.
Tuzla’da askerliğimi yapıyorum. Sene 1949, muhabere asteğmeniyim, yani arslan gibi bir subayım. Yanımda bir muhabere başçavuşu, talimgahda yürüyoruz ve ben bazı bilgiler veriyorum. Derken biraz ilerimizde yerde bir yılana gözüme ilişti. Yeşil bir yılandı. Kalem gibi ince. Karşıyaka’da komşu tarlada ve bahçemizde zaman zaman görüp kaçtıklarımızdandı.
Yılan da bizi gördü, başını havaya kaldırdı, dilini çıkardı ve adeta bir ıslık çaldı. Nerede ise bizi selamladı diyebilirim. Ben yılana bakarken bizim başçavuş gitti, yılanı kuyruğunun ucundan tutup, havada salladı sonra hızlıca bir silkeledi ve yere attı. Bana dönüp sırıtarak kemikleri kırıldı komutanım, artık kımıldayamaz dedi. Ve belliki bunun için benden bir aferin, bir iki taktir sözü beklemişti.
Ben ise dalgındım, şaşkındım. Hepsi bir anda olmuştu ve yılan pat diye toprağa atılmıştı. Biraz evvel bize ıslık çalan, dilini çıkaran o yeşil yılancık artık yeşil bir urgan parçası gibi yerde nefes aldığı bile belli olmadan sonunu bekliyordu.
Ne işi vardı onun orada, talimgahın o kuru toprağında. Ben o yılanı hâlâ unutamam. O gün, o başçavuşu yanıma takıp göreve götürmeseydim, oradan belki yalnız geçecektim ve o yılancığı görünce belki çömelecektim ve onu seyredecektim diye bir kaç kez düşünmedim değil.
Elimizde dolaştıktan sonra parmak ucundan kanatlanarak uçan uç uç böcekcikler, rengarenk kelebekler, uzun kanatlısı, beneklisi, kanatlan kuyruklusu, boynuzlusu, konduklarında kanat çırpmaları, adeta göz kırpmaları, nefesimizi tutarak onları seyretmemiz, düşündükçe bir bir aklıma geliyor.
Ömer Seyfettin’in San Kelebek öyküsünü okuduğumda kelebekler aleminde yaşamıştım. Evimiz, etrafındaki bahçesi ile ve arkamızdaki uçsuz bucaksız komşu bahçelerin, hatta inek damlarının da katkısı ile meğerse bir hayvanlar alemi, böcekler diyarıymış. Neler yoktu neler ve şimdi nerelerde onlar, bahçesiz, ağaçsız evlerin çocukları. Bir bir tanırım o hayvancıkları, böcekleri, kelebekleri.
Sonbahar ve kışın yağmurlarla su dolan yuvalarından sıyrılarak dışarı çıkan solucanlar, komşunun çamındaki ağustos böceklerinin bütün yaz boyu serenadları, gene o çamlardaki tüylü tırtıllar, evin dış duvar köşelerine ustalıkla kurulan arı yuvaları, yerlerde, balkonlarda, duvarlarda boy boy, tür tür, sarı, siyah, kırmızı ve adeta ebruli karıncalar, küçükleri, büyükleri, kanatlıları. Ne de keyifli olurdu, o karıncaların böcekleri bölmeleri, parçalayıp yuvalarına elbirliği ile sürüklemelerini seyretmek.
Bazen şeytanlığımız tutar, yuvalarına çomak sokup onların etrafa yayılışını seyreder, bazen de su dökerdik deliklerden içeriye, bakalım ne olacak diye. Birşey olmazdı sonra anladık ki yağmur yağıyor sanmışlardır, ne fark ederdi ki onlara. Anlar da tür türdü.
Evlerimizin köşelerine yuva yapanlar adeta evcilleşmişlerdi. Sarımtrak renkli, siyah çizgili ve benekliydiler. Sonra, eşek anıları vardı. Onlar da, koyu kahve, siyahlı olanları, ince bellileri gibi türlere ayrılırlardı. Bal anları Yamanlar’da çok vardı. Sabahları tabaklarımıza konar, reçellerimizden paylarını alırlardı. Daha pek çok türlerini dün gibi hatırlıyorum.
Kertenkeleler, kurbağalar renk renk, boy boydu. Yerde ve duvarlarda dolaşırken kertenkelelerin maharetle sinek avlanmaları çok ustalık isterdi. Belirsiz bir hareketle yaklaşır ve ok gibi yapışkan dilleri bir anda sineğe uzanır ve sinek yoktur artık. Pencerelerde, pencere tellerinde örümceklerin sinek avlanmalarım da merakla seyrederdik.
Evlerimizde örümcek olağan mahlukattandı. Onlarla adeta beraber yaşardık. Yüksek tavanlı evlerimizin duvar köşelerine yer yer yuva yaparlardı. Onların yuvalarından incecik iplerini salaraktan aşağıya sarkmalarını merakla seyrederdik. Evlerde ayrıca örümcek süpürgeleri de vardı. Uzun sırıklı o süpürgelere tavan süpürgesi denirdi de tavanların süpürüldüğünü hiç görmemiştim, sadece örümcek yuvalarını temizlemede kullanılırdı.
Evlerde, tavan köşelerindeki örümcekler ile pencerelerde dolaşan ve sineklerin üstüne zıp diye atlayan gri ve tüylü örümceklerden ibaret değildi örümcek ailesi. Bir de kocaman, bazen çocuk pençesi gibi kocaman, tüylü, koca gözlü, korku filmlerine de konu olan, uzun ve mafsallı bacaklarının taşıdığı gövdeleri ile korku saçan örümcekler vardı.
O örümcekler eski evlerde, arada bir görünen ve çok kere bodrumlarda ve çatı aralarında mekan tutan mahluklardı. Çatı aralarında ve bodrumlarda kırkayaklar, san çiyanlar ve bazen akrepler de vardı. Bütün bu dehşet saçan mahlukat bahçelerde de dolanıp dururlardı da, bahçede evlerdeki kadar korkutmazlardı. Karşıyaka’daki çocukluğum ve gençliğim, istemeyerek de olsa bütün bu böcek alemine alışaraktan geçti.
Hayatimizi paylaşan o kuşlar neredeler, baykuşlar, kerkenezler, leylekler, pencerenin önünde, balkonun demirinde tatlı tatlı öten ispinozlar, sakalar, florinler neredeler? Zıp zıp zıplayan ve maharatle yüzen rengarenk o kurbağalar, nazlı nazlı yoldan geçen, bahçede dolaşan kaplumbağalar, kümeslerdeki horozlar, tavuklar, piliçler, civcivler hayatimizin parçalarıydı. Bazı bahçelerin süsleri olan, hele o tavus kuşları, nasıl da yelpazelerini açıp kasıla kasıla yürürlerdi.
Bahçelerimize, sincapların küçük akrabalarından koca kuyruklu, şirin mi şirin galeler ve gelincikler de dadanıp, kümeslerden nasılda ustalıkla yumurta çalarlardı. Kıyamazdık onlara, ne de güzel ve masum yüzlüydüler. Anlat anlat biter mi doğanın bahşettiği o yaratıklar, kimileri dost, kimileri istenmeseler de beraberlerdi bizimle.
Doğa sineği ile, yılanı ile, böceği ile, kuşu ile, taşı ile, çiçeği ile bir bütündür. Karşıyaka’da yıllar boyu doğanın içinde yaşadığımı ve bilmeden onunla yaşamımı paylaştığımı ancak anılarımda hissediyorum da bir tuhaf oluyorum. Ne iyi etmişiz de Geneve’de Commerce’in karşısındaki restoranda yemek yemişiz, bütün bu anıları yaşamış oldum.
İZMİR VE KONAK MEYDANI ANILARI
Bir şehrin simgesi haline gelmiş bir park, bir kale, bir köprü, panoramik bir görünüş, veya bir meydan yok edilebilir mi? Bu yok etme veya değiştirme kararını kim verir? Bu yetki kimdedir?
Basın yoluyla, konferanslarla, bilimsel toplantılarla, meslek kuruluşlarında, şehir meclislerinde veya politik odaklarda mı bu kararlar tartışılır ve sonuca ulaşılır? Yoksa bütün bu değişiklikler ve yok etmeler bir başkanın kararı ile mi yapılır? Yoksa bir müteahhidin projesi gereği veya şehrin fen işlerinde çalışan kişilerin görüşleri ile mi yapılır?
Bir şehrin tarihten gelen emanetlerini, panoramik görünüşlerini, mimari ve sanatsal kişiliğini bozup yok etmek hakkını elinde tutan kudrete soru sormak yok mudur? Bu akibeti sanatsal topluluklar,sivil kuruluşlar sessizlikleri ile paylaşmıyor mu?
Tanıdığım, gezdiğim, gördüğüm diyarlarda, hatta kitaplarda ve filmlerde tanıdığım her şehrin simgesi olan bir iki meydanı vardı. Bu meydanlar titizlikle korunur. Bazıları yüzyıllardır yerindedir. İzmir’in de bir Konak Meydanı vardı. İzmir daha Aydın vilayetine bağlı iken de Konak Meydanında bir vilayet konağı vardı. Konak Meydanındaki ilk konak ta 1868’lere dayanır. Bu ilk Konak binası Adliye Sarayı ile yanan binadır.
İzmir’in tarihi araştırılır, eski gezginlerin kitaplarında, ilk gazetelerde, gravürlerde Konak Meydanından alıntı anıların olduğu görülür. Konak Meydanında, yakın tarihimizde Yunan işgaline karşı İzmirliler ilk halk bilincini, yürüyüşünü, birliğini göstermiş ve ilk şehitimizi vermiştir.
O Meydana adını Vilayet Konağı vermiş. Vilayet Konağının önünde bir havuz vardı. Havuzun etrafı beyaz çakıl taşlan ile örtülüydü. Etrafta da tek tek yeşillik toplulukları vardı. Havuzun çevrelediği alandan sonra Arrnavut kaldırımı döşenmiş meydan ve yol gelirdi.
Meydanın ortasında saat kulesi vardı. Meydanın sağından seğirtirken küçük cami, sonra da incir, üzüm pamuk depolarının ardından gümrük önüne kadar uzanan yol vardı. Şerif Remzi Bey’in (Reyent) bir ara Yerli Mallar Sergisi olan meşhur İncir Hanı da o yolun üstündeydi. O yol geceleri bir zamanlar hiç de tekin değildi. O yolu kesen daha iki ara yol da geceleri ve tenha günlerde yaya geçilecek gibi değildi. Belki de şehrin geceleri tekin olmayan tek parçasıydı orası.
Konak Meydanında denize doğru bakarken sağ tarafda incir gibi zirai mahsul depoları ve işletmeleri vardı. Sol taraf ise meşhur Sarı Kışla’ydı. Sarı Kışla’nın yapılış tarihini bulamadım ama önündeki Ordu evi Cumhuriyet döneminde yenilenmişti.
Sarı Kışla’nın arkası talimgahtı. Kışlanın bir ucu denize uzanır, bir kenarı da Alanyalı binası karşısında biterdi. O ucunda askeri depolar vardı ve depolar hapishanenin karşısına kadar uzanırdı. Hapishanenin sokak cephesinde dükkan vitrini gibi camekanlar vardı.
O camekanlarda kadın ve erkek tutukluların, hapishane atölyelerinde elleri ile yaptıkları oya işleri, mendiller, tahta oymalar, demirden aletler filan teşhir edilir ve satılırdı da. O Konak hapishanesi şimdi katlı otopark olan yerdeydi ve önünde de ulu bir çınar ağacı vardı.
O Güzelyalı atlı tramvayı Konak’a kadar gelir. Halim Alanyalı binası önündeki Çobanoğlu Caddesi adı verilen yolda biter, orada makas yapıp geri dönerdi. Meydandan tramvaya binmek için Alanyalı binası önündeki durağa gelinirdi. Sonraları Konak Meydanı ilk değişikliğini gördü.
Vilayet önündeki havuz ve küçük bahçemsi düzen kalktı. Elektrikli tramvay hapishane önünden, Halim Alanyalı binasını yalayaraktan Konak Meydanına girer, yok edilen havuzun yerinden geçip saat kulesini dolaştıktan sonra meydana girdiği yoldan seğirtip geçerdi. Hapishane önünde ulu çınarın dibinde, San Kışla depo kapısı yanında elektrikli tramvayın Konak durağı vardı.
Konak Meydanında da, Güzelyalı yönüne işleyen elektrikli tramvayın güzel bir kapalı durağı vardı. Haluk Cansın’ın hatırladığına göre durakta hareket memurunun camekan bölmeli odası vardı, tıpkı İstanbul’daki semt tramvay duraklan gibi. Tramvay durağı iskeleden inince sol taraftaki umumi mağazalar binasının önündeydi.
Konak’dan kalkan ilk belediye otobüsleri Alsancak ve Basmane’ye giderdi. Otobüslerin durağı da tramvay durağının gerisinde umumi mağazalar binası kaldırımında denize yakın köşesindeydi.
Konak vapur iskelesi de diğerleri gibi ilkinde tahtadandı. Etrafında süslü ahşap çerçeveler, pencereler filan vardı. Sonraları sökülüp yerine beton iskele yapıldı. Bu Konak Meydanı’nın ikinci değişikliğiydi. Beton iskelenin üzerinde kısa sürede meşhur olan bir lokanta açılmıştı. Pek çok iş adamı öğle yemeklerinde orada buluşurdu.
Adeta Şükran lokantasına rakip olmuştu Lokantanın ismi de Deniz Gazinosu idi. Lokantayı Tevfık ve Kamil Esin kardeşler işletirlerdi. Asıl sorumlu da Tevfık Bey’di. Deniz Gazinosu alafranga menülerle Şükran Lokantası’na hava da atmıştı. Demokrat Parti’nin ilk gelişme senelerinde Celal Bayar’ın yemekli toplantıların pek çoğu Konak Deniz Gazinosu’nda yapılırdı.
Otuzlu, kırklı senelerde İzmir’de iki namlı otel vardı. İzmir Palas Pasaport’ta, Ankara Palas da Konak Meydanındaydı. Ankara Palas Oteli’nin altındaki salon kıraathane gibi de işlerdi. Sahibi Halim Alanyalı ilk Demokrat Partililerden olup, otelini 1946-1950 yıllarında partiye karargah yapmıştı. Celal Bayar taktiklerini Ankara Palas’ta hazırladı.
Konak Meydanı anıları Elhamra Sineması’na ve Milli Kütüphane’ye kadar uzanır. Tanrıya şükürler olsun ki anılardaki yerleri ile Elhamra Sineması ile Milli Kütüphane hâlâ ayaktadır.
Vilayet Konağının yanından Kemeraltına girilirdi. Sağ köşede saatçi Fazlı Balkan’ın Omega-Longin saat dükkanı vardı. Sünnet saatim de herhalde oradan alınmıştı diye düşünürüm. Fazlı Balkan’ın yanı kahvehaneydi ve hatıralarımda dolaştığına göre bir bilardo masası da vardı.
O blokun arkasında, vilayetin yan kapısının karşısındaki köşede İzmir’in namlı ailelerinden Evliyazadelerin mülkü olan binadaki meşhur Ali Galip Pastahanesi pastalarıyla, dondurmasıyla, şerbetleri, kurabiyeleri ve kusursuz hizmeti ile nam salmıştı. Burası İzmir’in buluşma noktalarından birisiydi.
İlk Vilayet Konağının temeli Vali Ahmet Sabri Paşa tarafından 1868’de atılmış. Ahmet Sabri Paşa bir Vilayet Konağında vilayetin bütün dairelerini bir araya getirmeyi hedeflemiş. Şimdiki Vilayet Konağının yanında Posta Telgraf Müdürlüğü ve Vilayet Jandarma Komutanlığı binası vardı.
Onun yanına ve arkasına Vilayet İdadi Mektebi inşa edilmiş. İzmir’de ekalliyetlerin ve levantenlerin liseleri olduğu halde Türkler’in o seviyede bir okulları yokmuş. Bu nedenle, İzmir’in en merkezi noktası olan Konak Meydanına, Vilayet Konağının yanına ilk İdadi Mektebi inşaa edilmiş.
Bilahare İzmir Erkek Lisesi bu İdadi’nin yerini almış. İdadi Mektebi binası da Adliye Sarayı’na dönüştürülmüş. Ahşap bir bina olan Konak Adliye binasına bir kaç vesile ile gitmişimdir. Bizim neslin pek çoğunun babalan, amcaları, dayıları Konak Meydanındaki o İzmir İdadi Mektebinde okumuşlardır.
Konak Meydanı İzmir’in merkeziydi. Vapurla Konak’tan Karantina, Göztepe, Kokaryalı (Güzelyalı) iskeleleri yönüne, sonraları İnciraltı’na kadar gidilirdi. Diğer yönde vapurlar Pasaport, Alsancak, Bayraklı bir aralık Turan sonra Karşıyaka’ya kadar dolaşırdı. İlk otobüsler Konak’tan Karşıyaka’ya çalışmıştı. Tramvay evvela atlı sonra, elektrikli olarak Konak’tan Güzelyalı’ya giderdi. Derken, Belediye otobüsleri ile de Alsancak ve Basmane hattını açtılar.
Konak Meydanı’ndan İzmir’in içine de girilirdi. Kemeraltından Mezarlıkbaşı’na sapılır ya da ta Havra Sokağına ve Başdurağa (Başoturağa) uzanılır, istenirse Hisar Camii yöresine, şekerciler içine ve odunpazan denilen manifaturacıların, tuhafiyecilerin yöresine ve kırtasiyeci Nafiz Mustafalar’a kadar varılırdı.
Konak Meydanı anılarını kağıda döktüğümü duyan pek çok sevgili can dostlarım akıllarında kalan pek çok anılarını bana yazılı olarak sundular. Bunların pek çoğunu okuyunca ben de hatırladım. Örneğin Kemeraltı girişinde, Süleyman Ferit Bey’in eczanesinin karşı kaldırımında yere oturup Alman fare zehiri geldi diye onu bunu satan iki gözü âmâ esmer adamın tekerlemeleri bile Konak Meydanı anılarını süsleyen renkli kıvılcımlardır.
Sonraları, ellilerin sonu olmalı, Sarı Kışla’nın önündeki kaldırıma bir meteoroloji kabini koymuşlardı. Cam bir vitrinin içine günün sıcaklığını, rutubetini, hava basıncını gösteren aletler yerleştirilmişti. Vitrinin üstünde de kapalı duraklar gibi yağmurdan koruyucu bir çatıcığı vardı. Ne alem yerdi Konak Meydanı, neler yoktu orada, ne anılar gömülüydü her taşının altında.
Ellili yıllarda olmalıydı, İzmir’in ilk süpermarketi de Konak Meydanı’na bakıyordu. Ali Galip müessesesinin sahibi Süleyman Irmak tarafından Ankara Palas’a bitişik köşedeki binada saatçi Fazlı Balkan’ın yanında açılmıştı o süper bakkaliye. İzmirliler ilk defa raflardan paketlenmiş gıda malzemesi almayı, bir araba ile bakkal dükkanında dolaşmayı denemişlerdi. Süpermarket sözcüğü de daha lügatımıza girmemişti.
Daha neler gelmez akla Konak Meydanı ile ilgili. Gitti giden San Kışla, peki sonra neden oraya bir simge bina yapılmadı, örneğin dillere destan bir opera binası bütün Akdeniz’e seslenen bir opera. Ve şimdi üzerinden yol mu geçecek, yanında, altında çarşı mı yapılacak?
Gitti giden koca Konak Meydanı. Sorarım nesi kaldı İzmir’in yarınlara mirası olarak. Yokmudur diyecek bir kuruluş, hâlâ sağ kalmış bir kaç İzmirli, nerede benim güzel İzmirim diye seslenecek?
Yirmilere, otuzlara, kırklara, hatta ellilere sarkan yıllarda İzmir’i belirleyen iki simge vardı, Ortasında saat kulesi ile Konak Meydanı ve Çatalkaya tepeleri. Tanrıya şükürler, Çatalkaya yerinde duruyor. Kartpostallarda, reklamlarda kitap kapaklarında bu iki simge otuz, kırk sene yaşadı. Saat kulesinin temeli Vali Abdurrahman Nurettin Bey’in teşebbüsü ile 1892’de atılmış ve bizim bozduğumuz Konak alanı bir yüzyıl önce düzenlenmişti.
Konak Meydanı bir kompleksin kalbiydi. Vilayet Konağı, PTT ve Jandarma Kumandanlığı, Adliye Saray’ı, Ankara Palas’ı, okul ayakkabılarımızı aldığımız Sümerbank, Yerli Mallar Pazan, Ali Galip’i, Ordu evi ve Askeri Kıraathanesi ile San Kışla binaları, incir depolan, süslü camisi, saat kulesi, otobüs, tramvayın ve vapurların dört bir yana hareket noktalan, Kemeraltı’ndan çarşıya giriş kapısı, vilayet avlusu ile haşmetli çınar ağaçları, meydandaki gevrekçileri, faytonları, sakaları, şerbetçileri, badem satıcıları, lostracıları, baloncuları, keten helvacıları ile Konak Meydanı bizimle elele vermişti adeta. Bu bir ananeler hâzinesidir. Kalsa idi, sene sene rengi zamana uyacak, ama gene de bir tarih ve kültür mirası olacaktı ve de hâlâ İzmir’in simgesi olarak kalacaktı.
Konak Meydanı gittide gelmez diye unutalım mı? Yoksa, gelecek yüz yıllara miras kalacak yeni bir Konak Meydanı yaratalım mı? Bu meydan, politika projelerinden, müteahhitlerin çıkarlarından, zevksiz ve bilgisiz kişilerin kararlarından arınmış, meslek odalarının ve üniversite uzmanlarının planladıkları, halkın, basının ve İzmirliler’in olurunu almış yarınlara bakan bir meydan olsun.
Hele bir de San Kışla emanetine bir opera binası da oturtulursa. Hele hele, orada burada, yıkıldım yıkılacak halde, geri kalan yadigar İzmir evlerini canlandıramazmıyız, onlan birer butik, lokanta, dershane, yurt, kitapevi yapamaz mıyız İzmir’den bir ses olsun aksettiremez miyiz?
Turan Muşkara 1922 yılında İstanbul da doğdu. Yakın dönem Türk tarihinde önemli görevler üstlenen bir ailenin üyesi olan Turan Muşkara’nın babası İttihat ve Terakki’nin İkinci Meşrutiyet dönemindeki önde gelen isimlerinden Küçük Telat Muşkara’dır.
Büyükbabası ise İthhat ve Terakki’nin 1889 yılındaki ilk kurucu üyelerinden Dr. Reşid Bey’dir. 1924 yılına kadar İstanbul’da yaşayan Turan Muşkara ve ailesi aynı yıl İzmir Karşıyaka’ya yerleştiler.
1928 yılında Karşıyaka Alaybey’deki Soeur’ler Fransız okulunda başladığı eğitim hayatını 1945 yılında Robert College’de Elektrik Mühendisi olarak tamamladı. 1947 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde Michigan Üniversitesi’nde master programını tamamlayan Turan Muşkara, burada bulunduğu süre içerisinde Detroit ve Los Angeles’de uzmanlık alanına ilişkin işlerde çalıştı.
1949 yılında Türkiye’ye dönen Turan Muşkara. Robert College’den tanıdığı arkadaşları ile beraber kurduğu EKLO Şirketi ile iş hayatına atıldı.
1951-1998 yılları arasında kurduğu şirketlerde müteahhidlik, proje mühendisliği, imalatçı, ithalatçı gibi hizmetler veren ve İMAS Şirketi nin de kurucu ortaklarından olan Turan Muşkara, halen Türkiye’de başlıca ısıtma, klima ve soğutma cihazları imal eden firmaların evaporator, kondenser ve ısıtıcı ihtiyaçlarını temin eden bir sanayi kuruluşu olan TÜRBOTERM’in yönelim kurulu başkanlığını sürdürmektedir.(2003 yılında vefat etmiştir.)
İş ve meslek hayalındaki bu yoğun çalışmalarının yanında Turan Muşkara, sosyal ve kültürel alanlardaki çalışmalarıyla da tanınmaktadır. Turan Muşkara kısa bir süre Borsa, İzmir Ticaret Odası Meclislerinde ve babasının kurucu başkanı olduğu EBSO’da meslek grubu üyeliği yaptı.
Elektrik Mühendisleri Odası ve Amerikan Isıtma, Soğutma ve Klima Derneği ASHRAE üyesi olan Turan Muşkara, kısa bir süre İzmir Milli Kütüphane yönetim kurulu başkanlığı ve Ege Turizm Derneği’nde de başkanlık görevinde bulundu.
Milli Mücadele’de Güney Cephesinin kurucularından General Osman Tufan Paşanın kızı Gülen Hanım ile evli olan Turan Muşkara’nın aile şirketlerinde görevli olan Tufan, Telat ve Aydın isminde üç çocuğu bulunmaktadır.
Rahmetli Turan MUŞKARA ya ve anılarında yer alan ailesi, arkadaşları ve dostlarına Allah’tan rahmet diliyoruz. Hepsinin toprakları bol olsun.
İzmir ve Karşıyaka Anıları – Turan MUŞKARA 1.Bölüm
İzmir ve Karşıyaka Anıları – Turan MUŞKARA 2.Bölüm
İzmir ve Karşıyaka Anıları – Turan MUŞKARA 3.Bölüm
İzmir ve Karşıyaka Anıları – Turan MUŞKARA 4.Bölüm
İzmir ve Karşıyaka Anıları – Turan MUŞKARA 5.Bölüm