
İzmir ve Karşıyaka Anıları – Turan MUŞKARA
İzmir’in incisi, güzeller güzeli, cennetin köşesi bir Karşıyaka vardı, orada yaşardık. Bahçeli evler sahil boyunca diziliydi, hepsi iki katlı, şipşirin, güzel mi güzeldi. Hemen hemen herkes herkesi tanırdı. Hiç değilse her evde kimin oturduğu o semtteki herkesçe bilinirdi. Bütün büyükler küçüklere sahipti. Bu denizde de böyleydi, sokakta gezerken de böyleydi, kavga ederken de. Koskoca lise öğrencisi ben bir arkadaşa uyarak Celal’in Köşesi ayak üstü meyhanesine girince, orada demlenen dişçi Mehmet Ali Bey (Sürer) gözü takılınca beni sepetlemişti oradan hem de terslenerekten. Dişçi Mehmet Ali Bey benim meyhaneye ayak atmamı uygun bulmamıştı. Dişçiliği sebebi ile babamla dostluğu vardı fakat beni yönlendirecek bir aile ilişkimiz yoktu. Ama Mehmet Ali Bey Karşıyakalıydı ve Karşıyakalı bir gence karşı sorumluluk duymuştu.

Deniz mevsimlerinde komşu sorumluluğu veya Karşıyaka beraberliği daha belirgin olurdu. Denizde daha büyükler daha küçüklere göz kulak olurdu, tanısın tanımasın. Deniz banyoları özel olmakla beraber çok snob olmayanların banyolarına konu komşu, misafirlerini de ağırlamak için doluşurlardı. Fakat bu doluşmada bir adab ve edep vardı, gelinir gidilirdi, çöreklenme olmazdı. Albüm dolusu anıları saklarım o günlerden.
Yazları Karşıyaka bir sayfiye şehri olurdu. Şimdiki Urla, Çeşme, Kuşadası filan gibi. Anadolu’da, İstanbul’da akrabaları olanlar evlerini açarlardı. Yirmili otuzlu senelerde yazları İstanbul’dan gelen dayılar, teyzeler, hala, enişte ve diğer yakınlarımızla evimiz kalabalıklaşır, odalar yatakhaneye dönerdi. Sofralar bahçeye kurulur, sıcak yaz geceleri, neşe ile geçirilirdi. Bu pek çok ailede de böyleydi. Yazdan yaza dostluklar kurduğumuz İstanbullu, Afyonlu, veya Ankaralı kızlar delikanlılar vardı. Yazları, acaba ne zaman gelecekler diye gözlerimiz pek çoğunu arardı.

Bu güzel Karşıyaka’da, Çamlık diye adlandırılmış bir semt vardı. Korulukları, meyve bahçeleri, villaları ve ağaçlı ara yolları, hatta bağı bostanı, yel değirmenleri olan bir semt idi orası. Lafını ettiğim villalar literatürdeki anlamda villalardı. Korulukların ve bahçeli evlerin çevirdiği bir de meydancık vardı Çamlık’ta. Orada futbol oynardık. Rudi’nin kaptan olduğu levanten takımının sahasıydı. Süslü bir sokakla sahile ulaşırdı. Yok olan güzellikler, koruluklar ve semtler, bunlar yüz yılların birikimiydi. Artık hiç biri yok. Karşıyaka’ya geldiler, gördüler, yağmaladılar ve bütün bu değerleri ve birikimleri yok ettiler.
Yirmili, otuzlu yılları anılarımda sinema şeridi gibi geçirirken, şeridi en çok denizli sahneler, sıcak dostluklar, güzellikler içinde akıp giden okul günlerim ve heyecanla kutlanan Dokuz Eylüller ve Yirmi dokuz Ekimler doldurur. O yıllarımdan kalan anıların en renklilerini bunlar oluşturuyor. Karşıyaka’da denizle iç içe yaşanan yıllar yalnız denize girip çıkmaktan ibaret değildi. Karşıyaka’nın denizi, deniz banyoları, sahillerdeki küçük plajcıklar, düzlükler, eyyâm-ı bâhur, mayolar, şarpiler, körfezin balıklan, kaplumbağalar, bunların hepsi ile bir arada tertemiz, efendice, coşku dolu, sevecen dostluklarla ve şanslıysan heyecanlı küçük flörtlerle, masum ve gizli ama çok kere tek taraflı heyecanlarla yaşanırdı o denizli Karşıyaka yılları.

Karşıyaka’da denizle beraber yaşardık. Yazın yüzmek, eğlenmek, tatilleri neşe ile geçirmek için bütün programlarımızda deniz vardı. Misafirler İzmir’e deniz için gelirlerdi. Evler yaz misafirleriyle dolardı. Kışın da deniz vardı tabii, içine giremezdik ama varlığı gene yaşamımızdaydı. İzmir’le, yani karşı tarafla ilişkimiz denizdendi. Fırtına var mı, su sakin mi, vapur yanaşamıyor mu? Alabora olan yelkenliler, azgın körfez dalgalarına kapılıp ha vardı ha varacak diye sahile yaklaşan küçük gemicikler. Sonra, derken bir şeyler oldu ve Karşıyaka ile beraber o deniz bir yerlere gitti ve anılarını bıraktı bize oyalanalım diye.
İzmir körfezinde vapurlarla yarış eden o yunus balıklan nereler dedirler şimdi. Ne de güzel yüzerler, atlarlardı. Karşıyaka sahillerine ne kadar da yaklaşırlardı. Sonra o kocaman kaplumbağalar ne kadar da sokulurdu aramıza biz yüzerken. Bir defa büyük bir kaplumbağayı sahilde kıstıran gençler ağzına şemsiyenin sapını gem gibi sokmuşlardı da kaplumbağa o sapı çenesi ile kerpeten gibi kırmıştı. Ethem Beyler’in banyosunun yanındaydı ve sene 1935-36 filan olmalı. Vapurla İzmir’e geçerken veya gelirken denizde koca kaplumbağaların yüzdüklerini sık sık görürdük.

1993 senesi aralık ayında Yeni Asır’ın 60 Sene Evvel Bugün sütununda bir alıntı var, İzmirliler ve çevre illerle ilçelerde oturanlar, Körfezin meşhur çipurasını yemekten bıkıp usandı. Yaz sonundan bu yana yakalanan çipura miktarı hayli artmıştı. Son iki haftadır ise Kordon sıra sıra oltayla balık tutanlarla dolu. Bazen, bir iki saat içinde, dördü bir okka (1283 gram) çeken çipuralardan, iki okka yakalayanlar bile var. Kısacası körfez neredeyse sardalya kadar çipura dolu. Balıkçıda ise iki okkası 15 kuruş.
Ne de çok balık vardı körfezde, sanki sonu gelmez sürülerdi. Deniz yer yer sandallarla dolardı. Hele o serpme atışları. Şemsiye gibi suya yayılırdı. Sahildeki evde otururken, yorgan tiresi ve toplu iğneden sekiz yapılan oltamız ve ekmek, peynir hamurundan ibaret yemlerimizle sahilden ısparoz, lidaki, turna yavrusu yakalardık. Banyoların altı adeta balıkların barınağı idi. Biz yüzerken, suda oynarken balıklar sanki iskele altlarında dinlenirler, korunurlardı. Hareketsiz haldeki çipuralar, kefaller, hatta levrekler ve yavruları iskele altında bekleşirlerdi. Nispeten sığ yerlerdeki balıklara, bilhassa lidakilere, ısparozlara yukarıdan süzülen güneş vurduğunda pırıl pırıl parlarlardı, denizin dibindeki aynacıklardan güneş yansıyormuş gibi olurdu. Bu parlamalardan sürülerin gidip gelenleri bile belli olurdu. Böylesine berraktı bizim denizimiz. İskelelerden ve banyolardan bilhassa kefal sürülerini seyretmek çok keyifli olurdu. Denizin üstü çizgiler, noktalar, zikzaklar ve kaynaşmalar ile dolardı. Taş atar sürüleri dört bir tarafa dağıtırdık. Sonra bir lahzeda toplanırlardı. Bazen, nispeten daha derinlerde, dip midyeleri çıkartırlardı. Onlar dibe saplanmış olurlardı. Tenis raketine benzetirdik. Bu midyeler çok tehlikeli olurdu, insanın ayağını keserdi. Çıkartılmaları maharet işiydi ve çıkartanlar da uzun süre kahraman olurlardı. Levanten gençleri bu işte epeyce mahirdi.

Hatırladığıma göre Dilsiz Mektebinin karşısına isabet eden yıkık bir taş iskele vardı. Bu iskele büyük bir balık yuvasıydı. Burun tarafı sandallarla dolardı. Çok kere gece avlaması yapılırdı. Bir kaç kez kardeşimle gittiğimizi hatırlarım. Bir defasında oltaya çok büyük bir pavurya gelmişti ve ay ışığında oynayan bacakları ve kıskaçlan ile beni korkutmuştu, tabak kadar vardı.
İşte anlata durduğum bu denizden bir bardak su doldurduğumuzda tulumba suyundan farksız olurdu, öylesine berrak ve temizdi. Sahilden bir kaç metre ilerisinin dibi açık havalarda rahatça görünürdü. Banyolardan aşağıya oltalarımızı saldığımızda balıkların yemi didiklemesini seyredebilirdik ve tam anında oltayı çekerdik ve enayi iğneye takılırdı.
Denizin içindeki yosunlar da çeşit çeşitti. Kıyılmış kıvırcık salatası gibi olanlar vardı ki renkleri canlı bir açık yeşildi. Aralarına küçük balıklar saklanırdı. Bir de ince uzun kaytan gibi yosunlar vardı. Onlar daha koyu renkliydi. Sonra dallı budaklıları vardı. Bütün bunlar, süngergillerden olanlar çok büyük netlikle rengarenk görünürdü.

Sahilde minik kumsal gibi yerler olmakla beraber, Karşıyaka’nın denizi genelde taşlıktı. Eski senelerde lastik deniz başlıkları gibi sıkı sıkı ayağa geçirilen lastik ayakkabılar vardı. Tıpkı bale çarıkları gibiydi. Bunları erkekler de hanımlar da giyerdi.
Karşıyaka’nın, Yalılar’ın (karşı sahildeki semtler) deniz hamamları (biz onlara deniz banyoları veya kısaca Münir Bey’in banyosu, Ethem Beyler’in banyosu filan derdik) yazları Avrupai bir görünüme bürünürdü. Eski banyoların soyunup giyinme odacıkları vardı, sonra yapılanlar teras halini aldı. Saraç Sadrettinlerinki gibi. Sahilde evi olanlar genelde mayolarını giyer, boyunlarına sırtlarına birer havlu dolar ve hemen karşısından denize girerlerdi. Sahildeki parapetin üzerine bırakılan havlu, ayakkabı veya eteklik çalınmazdı. Çok kere uçmasın diye üzerlerine bir taş konurdu.

Deniz banyoları, Bayraklı ve Turan’da da vardı. Fakat o banyolar daha bir özeldi, çünkü evlerin bahçelerine bağlıydı. Karşıyaka dakiler gibi pek püblikleşmezdi. Turan’da ve Bayraklı’da ikişer banyo hatırlıyorum. Bir de Bayraklı’da bizim alkol fabrikasının (Türk Alkol Fabrikası idi ismi) iskelesi vardı. İskele olarak kullanılmasına rağmen (incir getiren yelkenliler yanaşırdı) deniz banyolarındaki gibi köşkü de vardı.
Tüm eski banyolardaki köşk denilen dört veya altı köşeli külah çatılı odacıklar, pencereleri pancurlu, ortasında gözden kaçınan hanımların merdiven ile görünmeden denize inebileceği kapaklı deliği olan, giyinip soyunma kabinleri idi. Büyük ve şöhretli banyolarda odacıklar, banyonun uç kısmında ve etrafında dolaşılabilecek bir şekilde genişletilmiş bir terasın ortasına yerleştirilmişti. En güzel banyo komşumuz ve yakın aile dostumuz Ethem Beylerinkiydi (İbrahim Ethem Postacıoğlu).

Betonarme binanın yeni bir inşaat türü olduğunu Çamlık’tâki evimiz yapılırken öğrendim. O vakte kadar (1932) binalar kargir, yığma, ahşap, bağdadi denen sistemlerle inşa edilirdi. Ahşap gözde malzemeydi. Karşıyaka banyoları da ahşaptı. Denize bağlantıları ise putrel kazıklardı. Putrel kazıkların etrafına bazen beton kılıf döküldüğü de olurdu. Banyoların iskele kısmı yani denize uzanan bölümü ve genişleyen teras kısmının zemini, üstü, rendelenmiş kalaslarla kaplıydı. Kabinlerin çatılan, çatı uçlan süslü ve çok kere oymalı tahtaydı. Kabinin kendisi de tabii ahşaptı. Sonraları yapılan bir iki banyo kabinsizdi ve beton zeminliydi. Ayaklan da betonarme olarak yapılmıştı.
Göztepe, Karataş ve Yalılar’daki banyolar evlerin, köşklerin bahçelerine bağlanmıştı. Hatırladığım kadarıyla Karşıyaka banyolarından daha bakımlı ve tümü ile özel banyolardı. Bazılarının yanlarında eski İstanbul yalılarında olduğu gibi kayıkhaneleri de vardı. Karşı taraf dediğimiz Karataş, Yalılar, Göztepe sahilindeki evler, köşkler, bahçeler, banyolar, kayıkhaneler de kaybolan ve artık hayal olan güzelliklerdir.

Karşıyaka’da şimdiki Yat Kulüp (Nikah Salonu) bölgelerinde, biri erkek, diğeri kadınlar için iki umumi (halka açık) deniz hamamı vardı. Hamamların sahil kısmı kumsaldı ve bayağı bir plaj halindeydi. Yolun karşısında da meşhur Dilsiz Mektebi vardı.
Bayraklı’da da bir umumi deniz hamamı vardı ve onun arkası da dar bir plajdı. Alsancak’da, şimdilerde olmayan deniz üstü lokantası (Palet) deniz hamamıydı. Alsancak deniz hamamının ilki putrel kazık, beton kılıflı ayaklar üzerine oturmuş ahşap iskele platform ve kapalı kısımdan oluşan klasik deniz hamamı yapısındaydı. Orta kısmında denize inme boşluğu ve merdivenleri de vardı. Geniş platformu ve kapalı yeri akşamlan gazino olarak kullanılırdı. Küçük yaşlarımda (1930-32 olmalı) orada bir çocuk balosu verildiğini, çocukların çeşitli kılıklarla geldiklerini hatırlarım. Balodaki çocukların çoğunluğu levanten çocuklarıydı. Aralarından Mehmet Evliyazade’yi, Regio Galia’yı ve Jan Akavi’yi hatırlar gibiyim.

Genelde umumi deniz hamamlarının üstleri kapalı olur ve ortalarından merdiven ile inilir ve havuz gibi bir deniz girme mahali bulunurdu. Nâ mahrem denilen kadınlar bölümü ayrıydı veya tümü ile ayrı bir kadınlar banyosu olurdu. Kadınlar banyosunun alt kısmı bazen tahta panolarla bazen de bezlerle kapatılırdı ve dışardan içersi görünmezdi. Son zamanlarında Karşıyaka’daki kadınlar banyosunun örtüleri çirkin duruyor diye kaldırılmıştı. Kadınlar deniz hamamını dikiz geçmek, sandalla tesadüfen yanından seyretmek (dolanmak) bir tür bıçkınlıktı. Çok kere bunu önleyen kolcular vardı.
DEVAM EDECEK…
1 Yorum
İzmir ve Karşıyaka Anıları – Turan MUŞKARA makalesi çok güzel geldi bana. Eski Karşıyaka yaşamı, yaşanmışlıklar, anılar ve hatıralar hepsi masal gibi. Eski Karşıyaka ne kadar da güzelmiş. Eski Karşıyaka fotoğraflarına bakıp dalıp gidiyor insan. Eski Karşıyaka köşkleri, insanları, ikili ilişkileri görüpte imrenmemek olmuyor. Karsiyaka.blog bunları paylaştığınız içinde teşekkür ederim.
Sevgiler.