İzmir ve Karşıyaka Anıları – Turan MUŞKARA 5.Bölüm
BÜYÜKBABAM ZİYA BEY, AİLEM VE İSTANBUL AKARETLERDEKİ
ÇOCUKLUK ANILARIM
Büyükbabam Ziya Bey uzun seneler Beşiktaş Akaretler yokuşunda 82 numarada oturmuş. Vefatı da o evde oldu ve Yahya Efendi’ye kaldırmışlardı. O eve taşınmaları 1912 gibi olmalı. Ziya Bey Alman asıllıdır. Ailesi küçük yaşlarda onu Türk mektebine vermiş, orada müslüman olup Ziya adını almış. Büyükbabamın Alman olduğu bilinmekle beraber annesinin de Macar olduğunun söylendiğini hatırlıyorum.
Ailesi ile ilişkisinin ne şekilde kesildiğinin konuşulduğunu duymadım. Büyükbabam Ziya Bey’le çok iyi anlaşırdık. Müziğe merakımız bize Ziya Bey’den geçmiştir diyebilirim. Gramofonunda Alman operetleri, klasik müzik ve bazen de eski Alman şarkıları çalardı. O atmosferde genç kızlık senelerini geçiren anneme de o sevgi bulaşmış. Babamın da Selanik ve Manastır’da kaptığı garp musikisi kulağı böylece anneminki ile karışınca evimizdeki müzik sevgisi doğmuş.
Pul merakım, bir şeyleri biriktirmek, tasnif yapmak, kitap sevmek gibi hasletlerimde de büyük babam Ziya Bey’in çok etkisi olmuştur. Şen şatır bir zat idi. Tahsilini asker olmak üzere yapmış ve kolağası rütbesine kadar çıkmış. Ziya Bey ile aile anılan onun Trablusgarp’taki görevi ile başlıyor. O devirde Trablusgarp sürgünler diyarıdır. Gene sürgün olan Vali Bedri Paşa’nın hanımının evlatlığı İclal’e talip olur ve evlenirler (1887).
İclal hanım da bir Rum dönmesidir. Çok seneler sonra İstanbul’da büyükannemin kardeşi Eleni’yi ablasını ziyarete geldiğinde tanımıştım (ben o vakitler on yaşlarındaydım). Bu evlenmeden anneannem dünyaya gelmiş. Çok güzel olan İclal hanım evlendiğinde onaltı yaşındaymış.
Ziya Bey 1911’de Trablusgarp Savaşında kolağası olarak görevlidir ve Mustafa Kemal ile beraber aynı cephededir. Mustafa Kemal’in çok bilinen Bingazi resminde yanındaki top sakallı zat kolağası Ziya Bey’dir. Ziya Bey bilahare İstanbul’a gelir, Akaretler’deki 82 numaralı eve taşınırlar.
Çanakkale Savaşlarında da kısa bir süre Mustafa Kemal’le beraber olur. İstiklal Savaşının son sıralarında Anadolu’ya geçer. Annemin anlattığına göre bir sabah Sirkeci’den vapura binmiş. Annem yol hazırlığına ve Sirkeci’den vapura binmesine yardım etmiş. Bir süre Ankara’da kaldıktan sonra Antalya’ya gönderilmiş. İtalyanca da bildiği için İtalyanlar ile ilişkilerde vazife görmüş. Harbin bitmesi ile Akaretler’deki eve dönmüş. Kendisine hak gördüğü İstiklal Madalyası verilmediği için biraz küskündü.
Kolağası Ziya Bey’in İclal hanımdan Mazlume isminde bir kızları olur. Seneler sonra bir de oğullan olur, adını Ferdi koyarlar. Kızları Mazlume’ye Trablusgarp’da sürgünde bu yunan Dr. Reşit Bey talip olur ve vali paşanın da (Bedri Paşa= Bedirhan Paşa) rızası ile evlenirler. Mazlume hanım ondört yaşındadır (1902).
Bedri Paşa’nın eşi çocukluğumda İstanbul’da Kızıltoprak’da otururdu. Ona en büyük anne derdik. İclal hanım, büyükannem, sonra anneannem ve nihayet annem vardı. Benimle beş nesil oluyordu. Kızıltoprak’taki büyük hanımı çocukluğumuzda daima büyük annemizin gerçek annesi olarak bildik.
Akaretler’de 78 numaralı evde Atatürk’ün annesi Zübeyde hanım ve hemşiresi Makbule hanım oturmuş. Ben küçük yaşlarımda iken Makbule hanımı gördüğümü hatırlıyorum. Atatürk o eve 1911-15 seneleri arasında zaman zaman gelip gidermiş. Zübeyde hanım ve Makbule hanım ile büyükbabam Ziya Bey’in, büyükannem İclal hanım ve anneannem Mazlume hanımın komşu hali dostlukları varmış.
Annem uzun seneler sonra Makbule hanımla Ankara’da karşılaşmışlar ve iyi ilişkileri yeniden kurmuşlar. Annem Akaretler’deki 82 numaralı evden gelin gitmiş.
Son günlere kadar dinçliğini ve sıhhatini muhafaza eden Ziya Bey 70 yaşından sonra bile Şile’de Mal Müdürlüğü’nde iş bulmuş ve hafta sonlan Akaretler’e dönerek uzun bir süre çalışmıştı.
Büyükbabamız Ziya Bey doğaya ve bilhassa çiçeklere büyük sevgisi herkesçe bilinirdi. Akaretler’deki evlerin arkalarında büyük birer bahçecik vardı. Bahçe her iki sıradaki evlerde de aynıydı. Bahçeler çukurda olup iki yan komşusu ve arkasındaki mekan ile aralarında yüksek duvarlar mevcuttu. Büyükbabam, etrafı kuyu gibi çevrilmiş ve pek de güneş almayan bahçesinde çok güzel çiçekler yetiştirirdi. Birinci Cihan Harbi yıllarında da sebze ihtiyacını bahçesinden karşılarmış.
Bahçesindeki çeşitli çiçeklere gösterdiği ihtimamı çok iyi hatırlamaktayım. Akaretler’deki o bahçede büyük babamın boğazdaki bir sarayın bahçesinden getirip büyüttüğü iki de incir ağacı vardı. Ağaçlar ben Galatasaray’a gittiğim yıllarda iyice büyümüştü. Üzerlerine çıkıp kitap da okurdum. Ağacın üstünde kendime bir mekan yapmıştım. İşte bu ağaçlarda yetişen incirler en iri bir ayvadan daha da büyüktü. Her biri adeta bir tatlı tabağını doldururdu. Hafifçe yayvan olan bu incirlerin Sultan Selim inciri olduğu söylenmişti.
Seneler sonra o incirlerden İstanbul’da oturan İzmirli aile dostlarımıza götürdüğümde incirlerin ince kabuğuna, lezzetine ve büyüklüğüne hayran kalmışlardı. Annem Mecidiyeköy’deki evinin bahçesine o incirden çelik yaptıysa da ağaç büyüyünce meyvesi Akaretler’deki kadar büyük ve biçimli olmamıştı. Sonraları Akaretler’deki ağacın yaşlanıp çöktüğünü öğrenmiştim. Kanımca türünün son temsilcisiydi o Sultan Selim inciri.
Beşiktaş’ta Akaretler yokuşundaki Akaret evleri kiracılar tarafından katlara bölünerek başkalarına da kiraya verilirdi. Bizim ev de bölünmüştü. Üst katta anneannem, alt katta da büyükbabam Ziya Beyler otururdu. Ziya Bey’in ve büyükannemin vefatlarından sonra onların katlarına anneannem, teyzem filan geçmişler, yukarı katı kiraya vermişlerdi.
Ancak bir kaç sene sonra anneannem, teyzelerim ve dayım hep beraber kalabalık olduklarından karşı sıradaki 85 numarayı kiralamışlar. Ben Galatasaray’a ilkokula giderken 85 numarada otururduk. Evin bahçesi Dolmabahçe Saray’ı müştemilat binalarının bahçesine komşu idi. O bahçelerde çok iri meyveli karadut ve incir ağaçlan vardı. Duvardan atlayarak o meyveleri toplayıp yediğimi hatırlarım. 85 numarada 2-3 sene oturduktan sonra tekrar 82 numaraya ikinci kata taşınmışlardı.
Akaretler‘de büyükbabam Ziya Bey’in evi beni Galatasaray anılarımla da bütünleştirmektedir. Sene 1928 olmalı. İzmir’den annemizin Akaretler’deki aile yuvasına ziyarete gelmişiz. Evde bir fâaliyet dayılarım seferber. Arkadaştan da gelir gider halde. Ve her şeyi ile Galatasaray dolu bir faaliyet. Her obje sarı kırmızı. İstanbul atletizm yarışmalarının arifesinde olduğumuzu öğreniyorum. 0 devirde kulüp ve mektep bir anlamda. Pek küçüğüm fakat dayımın Galatasaray’da okuduğunu, bir dayımın da daha evvel okumuş olduğunu biliyorum. O gün iki dayımın atlet olduğunu ve yarışacaklarım öğreniyorum. Annem, teyzelerim ve büyükler aynı havanın içindeler. Eve gelip gidenler hep okuldan, takımdan ve kulüpten.
Yarışlar Fener sahasında yapılmış ve ailece gidilmişti. 100 ve 400 metrede dayılarım Şinasi de Cezmi (Şahingiray) birinci gelmişlerdi. İki kardeşin bu başarıları üzerine o günün madalyalarının dağıtımını ablaları olan annemden rica etmişlerdi. Bu olayı takip eden yıllarda dayılarımın ve o atletlerin içinde bulundum, o havayı Akaretler’de yaşadım. 1929 senesinde de Galatasaray’a başladım ve bir süre sonra da Ortaköy’e nakil olduk.
Hafta sonlanrı Akaretlere, anneannemin evine çıkardım. Evde üç nesil oturuyorduk, ben de dördüncü nesildim ve herkes tümü de Galatasaray’ın bir parçası idi. Büyük dayım (annemin dayısıdır) Ferdi (Erdölen) 1916’da son sınıfta Almanya’ya gidip orada okumuş ve mühendis olarak harbin bitiminde yurda dönmüş. Küçük dayım okulu bitirmedi fakat hep Galatasaraylı kaldı.
Cezmi Şahingiray galiba 1930-31 ’de mezun oldu ve Belçika’ya tahsile gitti. Şinaşi Şahingiray ise Sanayi Nefise’ye girmişti. Şinasi dayım ile Rebii ağabeyin (Rebii Gorbon) plan üzerinde proje çalışmaları yaptıklarını gözümün önüne getirebiliyorum. Şinasi dayım desende çok başarılı idi, bunu duyardım. Galatasaray okul gazetesi çalışmalarını Akaretler’de evde yapardı.
Eski yazı devri idi ve yeni latin harfleri ile ilk Galatasaray amblemi “Gaym-Sin’i”, Şinasi dayımın Akaretler’deki evde kompoze ettiğini hatırlıyorum. Daha evvelki “Gayın-Sin” eski yazıylaydı ve şimdiki ambleme benzer formdaydı. Dayım yeni yazıyla eski formu korumuştu.
Akaretler’de dayılarımın arkadaşlarından meşhur atletler Semih, Mehmet Ali (Aybar), Haydar ve bilhassa Arap Besim’i (Koşalay) çok iyi hatırlarım. Şinasi-Semih-Cezmi-Besim Balkan bayrak takımının rekorunu da hatırlarım. Sonraları meşhur olan Rebii Gorbon da Şinasi dayımın yakın arkadaşı idi ve Akaretlere sıkça gelirdi.
Büyük dayımız Ferdi’nin (Erdölen) okul numarası 471 imiş. Aynı numara bana geldi. Ortaköy binası Şehzade Köşkü olduğu devirde, Ferdi dayım şehzadelerle arkadaşlığa çağrılırmış ve gece yatışıma kalırmış. Ortaköy’deki cümle kapısının üzerine rastlayan bir oda mevcuttu, dayım o odada yatarmış. Ortaköy okula çevrilince dört kişilik özelimsi bir yatakhane haline getirilmiş. Ne tesadüftür dayımın numarası ile onun yattığı odada üç sene geçirdim.
Akaretler’de 82 numarada önemli bir anım da bir gün Zekeriya Sofrası yapılmasıdır. Senesi 1929 veya 1930 olmalıydı. Zira, daha 85 numaraya geçilmemişti ve benim Galatasaray okul dönemime rastlamıştı. Uzun bir süredir Zekeriya Sofrasının lafı edilmek¬teydi. Konuşmalardan bir mana çıkartamıyordum. Nihayet bir hafta teyzem beni okula gö¬türürken, gelecek cuma Zekeriya Sofrası var demişti.
Okulda hocamız Hafız Nuri Bey Muallim Bey Zekeriya Sofrası nedir, gelecek hafta bizim evde yapılacak da diye sormuştum. Zil çaldıktan sonra da Nuri Bey benim soruma değinmeden sınıfa Zekeriya Sofrasını anlatmıştı. Zekeriya Peygamber in ermişliğe erişmesi müjdesi ile komşularının bir araya gelip ellerinde birer çanak yiyecekle onun evine ziyarete gittiklerini, onun da misafirlerini buyur ettiğini, gelen çanakların yer softasına dizildiğinde kırk tane olduğunun sayıldığını ve büyük bir hayretle kırkının da ayrı çeşitten olduğunun görüldüğünü ve neşe içinde kırk çanaktan taam edildiğini, ve o gün bu gündür bu geleneğin sürdürüldüğünü bize anlatmıştı.
Cuma tatiline rastlayan Zekeriya Sofrasına gelenlerin ellerinde birer çukur tabakları vardı, Sabahtan da ön odanın ortasına güllü, çiçekli büyük bir yatak örtüsü serilmişti. Örtünün ortasına da dört köşe bir keten örtü örtülmüştü. Bulunabildiği kadar minder, güllü örtünün etrafına dizilmişti. Evde bir kaç tane tabure vardı. Onlar da oraya buraya serpiştirilmişti. Üzerlerine de içinde su olan taslar konmuştu. Herkes minderlere oturmuş, elden ele tabakları çanakları dolaştırarak atıştırıyorlardı. Ben saydımdı, tam yirmi sekiz çeşit vardı. Keçiboynuzu, pestil, erik kurusu, şekerli leblebi ile midemi doldurmuştum.
Evdeki evlatlıklar ve kadınlar sürahilerle şerbet ve su dağıtıp duruyorlardı. Ellerini su tasında ıslatanlara havlu tutuyorlardı. Gelen misafirler onbeş kadar hanımdı. Bu hanımlardan bazıları anneannemin Trablusgarp’tan arkadaşlarıydı. Nadire hanımlar, Pakize hanımlar gibi. Kızları da teyzelerimin arkadaşlarıydı. Onlar da gelmişlerdi. Bir alt kapı komşumuz Makbule hanınım geldiğini de hatırlar gibiyim. Makbule hanım, Mustafa Kemal Paşa’nm hemşiresiydi.
Zekeriya Sofrası vesilesiyle hiç bir dini tören yapılmamıştı. O günün akşamı misafirler gittikten sonra büyükbabam Ziya Bey, pek meşhur olan vişneli liköründen evdekilere birer kadeh ikram etmişti. Herkes çok sevinçli ve neşeli bir gün geçirmişti. Zekeriya Sofrası üst katta, anneannemin katında yapılmıştı.
BAYRAKLIDAKİ FABRİKAMIZ BAYRAKLI TÜRK ALKOL FABRİKASI
Melih Gürsoy arkadaşım benden Bizim İzmirim isimli kitabı yazarken babamın Bayraklı’daki alkol fabrikasının tarihçesi ile ilgili hatırlayabildiğim bilgileri kaleme almamı istemişti. Annemle de konuşarak Melih’in istediği yazıyı hazırlayıp kendisine verdim. Yazıdan sonra Bayraklıdaki fabrikanın anılarına, hayallerine kendimi uzunca bir süre kaptırdım, ne çok da teferruat gözümün önünden geçti, canlı canlı karşıma dikildi. Uzantısı denizin içine açılan künklerden denize çıkan kocaman farelerin suda yüzüp karaya çıkışlarını, sonra karadan denize dalıp künke girmelerini bile hatırladım. Adeta o fabrikanın bir yenisini yapabilecek hale geldiğimi hissettim. Bir kaç kez Bayraklı ya gidip bir viraneye dönüşen o yerleri ve etrafını mahzun mahzun seyrettim.
Bayraklı gerçekten hayatımızın önemli bir sayfasıydı. O sayfayı kapatmamak, hiç değilse uzatmak için babam elinden geldiğince direnmişti. Ne yazık ki süresi o kadarmış. Etrafımda olanları anlamaya, konuşulanlara kulak kabarttığımda duyduklarımdan mana çıkarmaya başlama çağıma eriştiğimde, babamın sabahları bir işe gittiğini ve o işin de Bayraklı’daki fabrika olduğunu doğal bir olay gibi öğrenmiştim. Daha pek küçük yaşlarımda. yirmili senelerde, bazen beni de trenle Bayraklı’ya, fabrikaya götürürlerdi. Bayraklı’da Seniye halamız oturuyordu. Belki onu ziyaret ettiğimizde fabrikaya da uğrardık. Sonraları, daha da büyüyünce, beş altı yaşlarına erişince Bayraklı’daki fabrikanın ne olduğunu daha iyi görmüş ve ilkokulda iken de onun hayatımızdaki yerini iyice anlamıştım.
O zamanlar fabrikanın önünden geçen yolun adı İzmir şosesi idi. Şimdi Anadolu Caddesi olmuş. Fabrikanın yanında da Bayraklı İlk mektebi vardı. Yaradılışı gereği babam bu okul ile çok iyi komşuluk ilişkileri kurmuştu. Okula yardımlarda da bulunduğu bilinmekteydi. Hatta okulun bahçesinde, bizim duvara bitişik bir hela ünitesinin yapımında fabrikada iş gören inşaat kalfasının, ustalarının çalıştığını ve yazıhanede de o helanın lafları olduğunu hatırlarım. O hela ünitesinin hâlâ ayakta olduğunu yoldan geçerken görüyorum. Okulun müdürünün ve öğretmenlerinin fabrikaya babamı ziyarete geldikleri gözlerimin önündedir. Evimize bayram ziyaretlerine geldiklerini de hatırlarım.
Bahçesi çocukların bağrışmaları, şarkıları, gülmeleri ve oyunları ile dolu bu okul şimdi metruk bir binadan ibaret. Olmayan bahçe kapısına mesnet veren duvarın ayakta kalan kolonunun üzerinde Milli Eğitim Bakanlığı Karşıyaka Halk Eğitim Merkezi Müdürlüğü Bayraklı Kursu yazan bir tabela var. Kapı numarası da 61. Metruk taş bina geçmişin azametini ve anılarını bende hâlâ canlandırıp seslendirebiliyor. Yazık olmuş o güzelim binaya ve çiçekler dolu ön bahçesine. Bir defa daha kanıtlanmış oluyor ki, zaman süreci maddeleri ne kadar değiştirirse değiştirsin, onlara bağlı anıları silemiyor, hepsi eski tazelikleri ile canlanabiliyor.
Bayraklıdaki fabrika ve o fabrika ile ilgili anıları hatırladıkça, biri diğerini kovalıyor, hele bazıları canlanıveriyor. Şimdi pencereleri, kapılan yok olmuş o bina bir zamanlar bahçeli ve tantanalı bir köşkmüş. Sonra nasıl olmuşsa Bayraklı İlkokulu’na dönüşmüş. Duvarlarını ören kırmızımsı taşlar, taşların arasında nakış gibi işlenmiş derzleri, eski ve güzel bir yaşamın izlerini hâlâ koruyor. Okuldan sonra bizim fabrika geliyordu. Ne yazıktır, fabrikanın artık sokağa bakan bir duyan bile yok. Yıkılmasaydı kapısının üzerine numarası 59 diye yazılacaktı. 57 numarada da Alman’ın iki katlı küçük evi bakımsız fakat ayakta kalmış. Süslü bahçe kapısı nasılsa ellenmemiş yerinde duruyor.
Fabrikanın deniz tarafı büyükçe bir düzlüktü. Bir bölümüne incir küspeleri yığılır, bir bölümüne de kömür tepecikleri oluşturulurdu. O arsada sofra kurulup aile yemekleri yenildiği de olurdu.
Fabrikanın bir de iskelesi vardı. İskeleye çuvallar ile kuru incir getiren takalar, yelkenliler yanaşırdı. İskele üzerinde denize girme deliği ve merdivenleri de olan bir soyunma odacığı ile adeta Karşıyaka’nın deniz banyolarını andırıyordu. O iskeleden zaman zaman ailece denize girerdik. Alman’ın uzun sarı saçlı, Sibel adında bir kızı vardı. Suat ve Fuat ağabeylerimin arasında sıkça lafı edilirdi. Sibel, o senelerde sayıları çok az olan mayolu ve deniz başlıklı kızlardandı. İskelenin ucundan ne de güzel denize atlardı.
Fabrikanın babamdan evveline uzanan bir geçmişi vardı. Fabrikanın olduğu kadar babamın da bu fabrikayı İstanbul’dan, Beşiktaş’dan gelip bulmasının da ayrı bir hikayesi vardı. Cihan savaşının bitiminden sonra vazifeli olarak bir süre Batum ve Bakü’de bulunan babam bilahare Trabzon’a gelir, oradan da İstanbul’a avdet eder. Balkanlardaki askerlik ve sonra İttihat ve Terakki dolu bir hayattan sıyrılmıştı artık.
Sivil hayata girmiş ve evlidir. Bir iş tutması gerekmektedir. Geride kalan hayatında bir iş tecrübesi edinmediği gibi, İstanbul’un iş muhitinde ona yol gösterecek tanıdıkları da yoktur. 1911 yılında ve sonraları, parti teşkilatı kurmak ve Türk toplumuna milli beraberlik çağırısında bulunmak üzere o vakit adı Aydın Vilayeti olan İzmir’e bir kaç kez gelmiş ve eşraf arasında bir muhit edinmişti. Ağabeyi, büyük amcam askeri doktor yarbay Vasfı Bey de uzun seneler İzmir’de vazife görmüş, Karantinadaki askeri hastanenin başhekimliğini yapmış, harbin bitmesi ile de emekli olup Fransız’ların işlettiği İzmir-Kasaba hattı (sonraları İzmir-Bandırma oldu ) demiryolunun başhekimliği ile görevlendirilmişti. Bunlar ailenin İzmir ile bağlantısını oluşturmaktaydı.
Amcam Vasfi Bey geniş ve saygın muhitinden faydalanarak babama uygun bir iş sahası bulmak için uzun bir araştırmaya girişir. Bu arada, Bayraklı’da oturan bir Alman müteşebbisin sahibi olduğu bir alkol fabrikasının harp senelerinden beri çalıştırılmadığını öğrenmiştir. İsmini Koch olarak anımsadığım bu Alman, 1914-1916 yıllarında Bayraklı’da deniz kenarında, dört beş dönüm kadar yer kaplayan arsanın bir bölümüne kurduğu alkol fabrikası harbin ilerlemesi ile üretimini durdurmuş. 1925 senesinde, araştırmaları sonucu amcam işte bu Alman’ı bulmuş, ön konuşmaları yapıp babamı İzmir’e çağırmış ve Alman’la tanıştırmış.
Fabrikanın sahibi Mösyö Koch yap işlet sistemine uyan, kârdan hisse alma şeklinde bir anlaşma ile fabrikanın işletme hakkını babama devretmiş. Adı İzmir Müskirat Fabrikası olarak tescil edilen müessese bu suretle 1925 senesi sonlarında kurulur ve 1926 senesinde faaliyete geçer. Kısa bir süre sonrası da ünvanı Türk Alkol Fabrikası, Küçük Telat, Bayraklı, İzmir olarak yeniden tescil edilir.
Fabrika suma (ispirto- düşük bomeli alkol) çekerdi (alkol ve rakı üretimi tabiri). Üç metre kadar yükseklikte ahşap fıçı şeklindeki kaplar içinde kuru incirin fermantasyonundan soma elde edilirdi. Ahşap kaplar o tarihe kadarki teknolojinin gereği iken bir Türk kimyagerin önerisi ile Telat Bey ilk defa iki metre yükseklikte, göz göz, karesel beton havuzlarda fermantasyona geçti. Havuzların üzerindeki platformlara merdivenlerle çıkılır ve incirler havuzların içine atılırdı.
Fabrika, bilahare İnhisarlar İdaresi’nin oluru ile rakı imaline de başlar. 9 Eylül ismindeki rakının (isim bu şekilde hatırlanıyor) Reisi cumhur Mustafa Kemal’in İzmir’e gelişi vesilesi ile çıkartıldığına dair bilgiler mevcuttur. Kısa bir süre sonra İnhisarlar İdaresi rakı üretimini durduttu.
Bu arada Almanya’dan çağırılan bir uzman ile likör üretmek üzere anlaşma yapılır. Likörün esansları Almanya’dan, gelecekti. Eşantiyon esanslarla üretilen likörler beğeni kazandığı halde, İnhisarlar İdaresi’nden ruhsat alınamadığından üretime girişilemez. Bu olayları annem ne de güzel hatırlıyor. Senesi de 1933-34 olmalıymış.
Fabrikanın ürettiği ispirtonun tek alıcısı inhisarlar İdaresi’ydi. Bir iki sefer fıçılar içinde Fransa’ya gönderildiğini de hatırlamaktayım. İnhisarlar İdaresi (şimdiki Tekel) likör, rakı ve piyasanın ilaç ve sair ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli alkolü temin maksadı ile yılda bir veya iki kere münakaşa (açık eksiltme) açardı. Münakaşaya İstanbul’daki Tevfik (Cenani) Bey’in, Bayraklı’da Küçük Telat ve Bornova’daki Rıfat Beyler’in müskirat fabrikaları katılırdı. 1934-35 senelerine kadar bu şekilde devam etmiştir. Bilahare, inhisarlar İdaresi kendi tesislerini kurunca diğer iki kuruluş faaliyetlerini durdurmuş, babam ise 1936 yılına kadar zorluklarla devam etmişti.
Türk Alkol Fabrikası’nın hammaddesi kuru incirdi. İncir fabrikaya çuvallanmış olarak arabalar veya kamyonlarla gelirdi. Bazen develerle geldiği gibi fabrikanın çok mazbut olan uzantı iskelesine takalarla, deniz yoluyla da getirilirdi.
Rakı üretimine başlandığında kullanılan şişeler Fransa’dan, tapa mantarları hazır olarak Portekiz’den ithal edilirdi. Tapalamada mantarın etrafına ince (yağlı kağıt tabir edilen) kağıt sarılırdı. Dolu şişeler 10-12 adetlik kasalara özel ve uzun saplı samanlar ile sarılarak yerleştirilirdi.
Alkolün çekilmesinden sonra kalan küspe, mandıralara hayvan yemi olarak satılırdı. Küspenin fiyatı arabası 1-1.5 lira olarak hatırlamaktayım. Bu satış aslında küspe birikimini önlemek için yapılmaktaydı. Biriken küspe sineklere yuva olurdu.
Fabrikayı babam yönetirdi. Fabrikada babamın en yakın yardımcıları Seniye halamın oğulları Fuat ve Suat ağabeylerim idi, fabrikada gördüğüm ve anladığım kadarıyla tam bir disiplin hakimdi. Babam, atabeylerim ve bütün memurlar beyaz önlük giyerlerdi. Fuat ağabeyim işi iyice öğrenmiş ve imalat şefi olmuştu. Suat ağabeyim de muhasebeye ve idari işlere bakardı.
Fabrikada rakı imalatı başlayınca, şişelerin yıkanması, doldurulmaları ve ambalajlanmaları işlemlerinde genç hanım işçiler kulanılmıştı. Bunlar yirmi kadar olmalıydı. Beyaz önlüklü, Avrupai baş örtülü veya yemenili bu müslüman hanım işçilerin bir müskirat fabrikasında çalışmaları iş hayatında önemli bir olay olmuştu. Resimler çekilmiş, ziyaretçiler gelmişti. Evde bunların lafları olduğunu çok iyi hatırlıyorum.
Fabrikanın buhar kazanı, elektrik üreten dizel grubu vardı. Haşim Sfendi ismindeki hazerfan bir baş teknisyen teknik işleri görürdü. O tarihlerde işletmelere mühendis temin etmekte büyük zorluklar vardı. Haşim usta ile ilişkiler fabrika kapandıktan sonra da uzun seneler devam etmişti.
Bütün üretimini sipariş ve taahhüt usulü ile İnhisarlar İdaresi’ne yapan fabrikada İnhisarlarının daimi bir gözlemcisi bulunurdu. Gözlemci bome tutturmadan tortuya kadar kalite kontrolünü yapardı. Bu görevi uzun seneler Nafiz Bey (Foka Nazif) ifa etmişti. İzmir’in tanınmış şarap imalatçısı Nurtekin yazgan, Nafiz bey’in oğludur.
Türk Alkol Fabrikası’nın faaliyette bulunduğu senelerde İnhisarlar İdaresinin İzmir merkez müdürü Enveri Bey idi. Kendisi mümkün olduğu kadar Bayraklı ve Bornova’daki iki özel müskirat fabrikasının çalışmalarında yardımcı olmuş, katı inhisar disiplinini yumuşatmıştı. Şehrimizin tanınmış inşaatçılarından yüksek Mimar Alp Türksoy Enveri Bey’in oğludur.
Biz babamı küçüklüğümüzde Bayraklı’daki fabrikanın sahibi Küçük Telat Bey olarak tanıdık. Alman’ı da onun ortağı olarak biliyorduk. Ailemiz gibi bütün İzmir de öyle biliyordu. Alkol Fabrikası sahibi Küçük Telat Bey. Artık İttihatçı Telat Bey ikinci planda kalmıştı.
Askeri ve siyasi hayatındaki yönetici ve teşkilatçı vasıfları, babamı çok kısa bir sürede başarılı bir iş adamı ve sanayici yapmıştı. Alman’dan devraldığı işletme haklarını daima geliştirmeye çalışmıştı. Fabrikadaki buhar kazanı değişmiş, elektrik jeneratörü ilave edilmiş, eski ahşap fıçılar yerine beton fermantasyon havuzlan yapılmıştı. Ayrıca imalathanenin şişeleme bölümünün yanında küçük bir laboratuvar odası da tertiplenmişti. Bir ara bir de kimyager tutulmuştu. Fuat ağabeyim de deneylere merak sarmıştı. Almanya’dan getirilen esanslarla likör denemeleri yaparlardı. Günümüzün ölçüleri ile çok küçük bir tesis olan Bayraklı Türk Alkol Fabrikası o devirde İzmir’de ilk Türk sanayi teşebbüsleri arasında yer almaktaydı.
Daha ileri senelerde gördüklerim, duyduklarım, okuduklarım ve haliyle doğal olarak da yaptığım tahliller hatta yargılamalar sonucu babamın 1926 senesinde başlattığı sanayi faaliyetinde çok başarılı olduğudur. Vasfı Bey’in delaleti ile ve hiç sermaye yatırmadan giriştiği bu işten kazandığı para ile işini geliştirmiş ve 1932-33 senelerinde de yaşamımızın en renkli kısmının geçtiği ve herkesin gıpta ettiği Çamlık’taki evimizi yapmış. O evin içine döşediği eşyalar hâlâ benim ve kardeşimin evlerinde en büyük aziz anılardır. Babam, Bayraklı’daki fabrikanın döneminde ailenin pek çok ferdine yardımlarda da bulunmuştur. İsmini vermeden okuttuğu öğrenciler vardı. Öğrenci okutması daha sonra da devam etmiş.
1936 senesinde inhisarlar İdaresi’nin alkol imalatını tam tekeline alma karan ile Bayraklı’daki fabrika da faaliyetini durdurmuştu. Fabrikanın çalıştığı süre zarfında babam dürüstlüğü, becerisi, güvenilirliği ve politik geçmişi ile İzmir’in en ileri gelen eşrafından olmuştu. Bu itibarı ona Şark Sanayi ile ilişki kurmasını sağlamış ve Etaş, Güven Sigorta, Esnaf ve Ahali Bankası, yatırım ve meşgaleleri de temiz adının karşılığı olarak gelmişti.
Bayraklı’daki fabrikanın anılarını yazarken eskilere kayıyorum. O vakitler üzerinde durulmayan teferruat gözlerimin önünde canlı canlı beliriyor ve değerleniyor. Buhar kazanının saçtan yapılmış ve siyaha boyanmış uzun bir bacası vardı. Dört tarafından da tellerle gerilmişti. Dokuz Eylüllerde ve Yirmi dokuz Ekimlerde baca elektrik ampulleri ile donatılırdı. Geceleri ne de keyifle yanardı. O devirde gece vasıta bulmak zor olduğundan uzun seneler içinde yalnız bir iki defa görebilmiştim o şenliği.
Bacadan aşağıya doğru kırmızı bantlar sallanırdı. Bunlar yer yer bacaya tutturulmuştu. Bir de, gördüğüm en büyük bayrak bacanın yan boyundan aşağıya doğru bizim fabrikada asılmıştı. Bunu defalarca Türk Birliği’ndeki arkadaşlarıma ve Halide hoca hanıma anlatmıştım. Babam aynı coşkuyu evinde de gösterirdi. Bunlar şenlik günleriydi. Babam bu şenliğin manasım en iyi hissedenlerdendi. İşte o şenlik günlerinde evimiz de fenerlerle, bayraklarla donatılır, bütün gece havai fîşekler atılırdı.
Fabrikanın ürettiği alkol İnhisarlar İdaresi’ne (Tekel) satılırdı. Az bir miktarda da ihracat yapıldığını hatırlarım. İnhisarlar ihtiyacı olan alkolü yılda bir kaç kez münakaşa (ihale) yolu ile alkol üreticisi üç fabrikadan temin ederdi. Babam bu ihaleler için genelde İstanbul’a İnhisarlar İdaresi’nin merkezine giderdi. Gitmeden evvel akşamlan sofrada uzun uzun konuşurlardı. Adeta aile meclisi kurulurdu. Amcamın ve Bayraklı’dan ağabeylerimin geldiği de olurdu.
Avdetinde de münakaşa hikayeleri aile ve yakın dost çevresine gene gecelerce anlatılır ve kadehler parlatılırdı. O anlattıklarının manasını seneler sonra anladım. Meğer rakipler anlaşma teklif ederlermiş, araya aracılar girermiş. Enveri Bey babamın savunucusu olarak ağırlığını koyarmış. Dümenler daha otuzlu senelerin o benim anımsadığım ilk yarısında da dönermiş.
1936 senesinde söylentiler, endişeler gerçekleşmiş ve fabrika da faaliyetini durdurmuştu. Sevgili fabrikamızın durmasıyla ailemizde de bir devir kapanmıştı.
Evimize zaman zaman ünlü ziyaretçiler gelmiştir. Hatırladıklarımın arasında Vali Kazım Dirik, Behçet Uz, İktisat Vekili Celal Bayar ve Hariciye Vekili Tevfik Rüştü Beyler en ileri gelenlerindendi. Celal Bey bir öğle yemeğine kalmıştı. Daha sonra edindiğim izlenime göre babam Celal Bey’i sevmezmiş. Bir vesile ile annemle eski anıları konuşurken o da bunu zikretti.
Babam Celal Bey’i hiç sevmezdi. Onun için çetebaşı derdi. İstiklal Harbine tekadüm eden günlerde ve o sıralarda da elle tutulur ne yapmıştı. Celal Bey hep öyle kaldı. Demokrasiyi yeşertmedi. Menderes’in başını yedi… Bunlara tamamen katılıyorum. 27 Mayıs’ı Celal Bey davet etti. Demokratik anlamda Cumhurbaşkanı olmadı. Hep parti lideri kaldı ve sonunda tahkikat komisyonları filan ile komiteciliğe avded etti. Babam çok haklıydı. Celal Bey çete başı olarak demokrasiyi yozlaştırdı.
Şuna kesin kes inanıyorum ki, Ege’nin Yunan tarafından işgali sırasındaki teşkilatlanma ve efeler hareketlerinde yaptığı bazı hizmetleri, 27 Mayıs İhtilalini davet etmekle ve demokrasinin inkişafının gerilemesine sebep olmakla küllenmiştir. Nitekim 1950’de Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanı olduğu haberini gazetede okuyunca bizde artık herhangi bir kimse Cumhurbaşkanı olabilir demişti babam.
Reddi İlhak kongresinde yaptığı konuşmada Yunan ordusuna nasıl karşı koyarız, bizim ordumuz dağılmıştır. Akıllı iş, Yunanlılar çıkarsa, kan dökülmeden vaziyetin idaresidir demişti. Bu sözlerden sonra Celal Bey, Galip Hoca olabilmiştir. Babam İttihat ve Terakki Merkezi Umumisi’ne (genel kuruluna) seçilip İzmir’den ayrılırken yerine Mahmut Celal Bey İzmir katibi mesulü olarak atanmıştır. Bu atamada o devirdeki hizmetlerini dikkate alan babamın katkısı olmuştur. Bunlar unutulmaması gereken tarihi gerçeklerdir.
Hiç unutamayacağımız bir ziyaretçimiz de büyük şair Yahya Kemal’dir. Sene 1935-36 olmalıydı. Ünlü misafirimiz gelmeden günlerce evvel ahçımız maharetleri için hazırlığa girişti. Menüye volivon koymak için annemin ve babamın rızasını aldı. Evde daha evvel pişmediğinden ne olduğunu bilmiyorduk. Babam bunun bir Fransız poğaçası olduğunu, hamurunun hafifliğinden vole-au-vent dendiğini söyledi. Yemek listesi büyüktü.
Öğle vakti misafirimiz geldi. Yediler, içtiler konuştular, saatler sürdü. Ben ve kardeşim pencere camının arasından merakla seyrediyorduk. Derken misafirimizi amansız, muazzam bir öksürük tuttu. Ev halkı heyecanlandı. Ve sonra geldi, geçti, tatlılarını yediler ve ziyaret bitti. Seneler sonra Yahya Kemal Bey’in öksürüğünün meşhur olduğunu okudum ve tanıyanlarından duydum.
Ziyaretçilerin arasında (1938-1941 seneleri arasında) Darülbedayi oyuncuları da önemli yer tutar. İzmir turnelerinde topluca evimize gelirlerdi. Hazım’ı, Vasfi Rıza’yı, Muammer’i, Halide’yi, Behzat’ı ve Bedia Muvahit’i evimizde bir kaç defa gördüğümü çok iyi hatırlarım. Onlar geldiklerinde salona alınırlar, kadehler dolaştırılır ve ev kahkahalarla çınlardı. Babam o yıllarda bekardı ve bekarlığını bu şekilde yaşardı.
İzmir’in vali paşası merhum Kazım Dirik’in evimize bir kaç kez geldiğini hatırlarım. Otuzlu senelerin başlarındaydı. Vali Kazım Bey’i golf pantolonlu, çizgili açık kahve rengi çok şık kostümü ve kumaş kasketi ile gözümün önünde daima canlandırırım.
Babamın Kazım Paşa’ya yakınlığı dostluk derecesindeydi ve kendilerini çok takdir ederdi. İzmir’de devleti temsil eden, inkılâplarda Mustafa Kemal’e el veren ve Samsun’a da onunla beraber ayak basan Dirik, böyle kudretli bir kişiliğe sahip olmasına rağmen bir gün evimizi ziyaretlerinde bahçede otururlarken komşumuzdaki çiftlik benzeri bahçedeki inek damlarından gelen kokudan rahatsız olmuştu.
Babam ve annemle çok uygunsuz bir yerleşimi olan bu damlan konuşmuşlar, babamla annemin şahidi olduğu şikayetlerini yanındaki özel katibine not ettirmişti. Ben bunları büyük bir netlikle hatırlamaktayım. O kudretli valinin aklından mandırayı Karşıyaka’nın dışına çıkarmak veya kapatmak geçmişti. Belediye marifeti ile komşumuzu ikna ederek damları arazisinin yerleşim alanına uzak olan bir köşesine naklettirmişti. Valimiz Kazım Dirik böylesine halk ile bütünleşmiş numune bir idareciydi.
Behçet Salih Bey ile ilişkimiz onun belediye başkanlığından evveldi. Benim ve kardeşimin ilk doktoruydu. Sonraları Belediye Başkam Behçet Uz olan bu saygıdeğer zat, Ankara’dan bakanlık daveti aldığı zaman babama danışmaya gelmişti. Aralarında geçen zarif konuşmayı dinlemiştim. Behçet Bey Ankara’ya gitmekte tereddüt içindeydi.
Bu tereddüdünün yanısıra İzmir’den ayrılmak da zoruna gidiyordu. Babam kendisine İzmir’deki başarısını yurt sathına teşmil etmesi gerektiğini bu sebeple önerilen bakanlığı kabul ederek Ankara’ya gitmesinin bir yurt görevi olduğunu kendilerine has kelimelerle iknaya çalışmıştı. Behçet Bey evden ayrılırken büyük bir problemini çözmüş gibi neşelenmişti.
Taninci Muhittin Birgen bir süre komşumuzdu. Babam Muhittin Bey’i çok severdi. Yeni Mecmua’yı çıkarttığında Muhittin Bey’le de bir süre beraber çalışmışlar. Sonraları Batum’da da beraber olmuşlar. Galatasaray’da dayılarımızın edebiyat öğretmenliğini de yapmış. Muhittin Bey haftanın bir kaç akşamı bize gelirdi. Hafiften içki içerler ve bezik oynarlardı. Kızı Asude de bir kaç kez gelmişti. Asude’nin bir aralık Cezmi dayımla flört ettiğini de duymuştum.
Vali Şefik Soyer’in ve bakanlıktan ayrıldıktan sonra da Tevfık Rüştü Aras’ın evimizde babamı ziyaretlerini hatırlarım. Tevfik Rüştü Bey ile eşinin ailesi Evliyazadeler dolayısıyla bir tanışıklık mevcuttu. Çok kibar ve zarif bir beyefendi olarak hatırlarım.
Çamlık’daki evimizde, ilkokul senelerinde Osmanzade Hamdi Bey’in de babamı bir kaç kez ziyaret ettiğini hatırlarım. Aksoy soyadını alan bu şen şatır, hoş sohbet zat babamla kadeh tokuştururlardı. Hamdi Bey İstiklal Savaşı’ndaki hizmetleri ile tanınmış ve mebus olmuştu. Bu yakınlığın galiba İttihatçılığa da dayanan bir geçmişi vardı, ben öyle sezerdim. Orta boylu, şişmana yakın tıknaz, yuvarlak yüzlü kahkahası bol bir zat idi. Evi Bostanlı yolundaydı ve o semte Osmanzade ve sonra Aksoy adı verilmişti.
Otuzlu senelerin sonlarında ve vefatına kadar evimize sıkça gelen ve babamla akşam üstleri kadeh tokuşturan ve bazen yemeğe kalan Halit amcayı (Halit Moralı) babama çok saygı gösteren zarif bir dost olarak hatırlarım. Fakat sonraları İzmir’in yakın tarihini, işgal ve istirdat öykülerini içeren makaleleri, kitapları okudukça ve anıları dinledikçe Halit Bey amcanın ne yaman bir İzmirli cengaver olduğunu öğrendim. Bu mütevazi Morali kardeşlerin sağlıklarında değerlerini takdir edememenin ve daha sıcak ilişkilere girmemiş olmanın eksikliğini duymuşumdur.
Atatürk’e hazırlanan İzmir suikasti soruşturması için bütün İttihatçıların tutuklanmaya başlandığı sırada, bir gün öğleden evvelki saatlerde evimize iki polisin gelip babamı götürdüğünü hatırlarım. Annem bu olayı büyük bir metanetle karşılamıştı. Babam da dimdik ve çok şık bir şekilde giyinmiş olarak gitmişti. Babam önde, polisler arkadan yürüyordu. O sıralarda Tahirbey Sokağının köşesinde sahildeki evimizde oturuyorduk.
Sonra evimize komşular geldiler. Gelenlerin arasında İbrahim Ethem Bey’in (Postacıoğlu) hanımı Rahime hanımı çok iyi hatırlıyorum. Komşumuz avukat Tevfik Fikret Bey’in hanımı da (Zafer Adaman’m annesi) Rahime hanımla galiba beraber gelmişti. O sırada Vasfı amcamın hanımı Üftade yengem de ilk gelenlerdendi. Bu hanımlar, diğer bazı dostlar, fakat bilhassa Rahime hanım anneme babamın tutuklu olduğu sürece hep gelip gittiler.
Babam döndükten sonra da hatırlayabildiğim en önemli üzüntü Dr.Nazım Bey’in asılmasıydı. Herkes, Nazım Bey’in günahsız gittiğinden ittifak halindelerdi. Dr.Nazım Bey uluorta konuşup Mustafa Kemal’i tenkit eder, gazoz paşa diye gazi paşa”lığını hafife alırmış. Amcam Dr.Vasfi Bey, annem, yengem Üftade hanım kendisini pek çok kere ikaz etmişler başına iş açacaksın demişler. İdamdan sonra acı acı bunları anlatmışlardı.
Suikast olayından sonraki senelerde de sahildeki eve ittihatçıların, İzmir’in eski teşkilatındaki kişilerin, babamı sık sık ziyarete geldiklerini, annemin bundan hoşlanmadığını, babama ve ailemize zarar verileceğinden endişe ettiğini ileriki senelerde duydum. Sahildeki evde (1929-32 seneleri olmalı) bir kaç kere babamın ziyarete gelen beylerle halvet olduğunu hatırlarım.
Sonradan annemden duyduğuma göre, Ankara’ya Mustafa Kemal’e tutuklular listesini sundukları vakit babamın ismini görünce, Telat yapamaz, olamaz dediği olaylardan sonra babama nakledilmiş.
Çamlık’taki yeni evimizde ilkokul sıralarında iki defa eski arkadaşlarının babamı ziyaret ettiğini, içki içip yemek yediklerini ve kapıların kapalı tutulduğunu hatırlarım. Annem bunlardan hoşlanmazdı ve babamla münakaşa ederdi. Şimdi anladığıma göre bir kaç politika heveslisi bazı çabalara yeltenmek gayretine düşmüşler ve babamı da aralarına çekmek istemişler.
Babam ise artık İttihat ve Terakki’nin bittiğini onlara anlatmaya çalışırmış Babam harbiyede Mustafa Kemal ile sınıf ve sıra arkadaşıymış. Sonraları Selanik, Manastır ve Üsküp’te de beraber olmuşlar. Kendimi bildim bileli babam Mustafa Kemal’e inanmıştır. Ancak, politikaya bulaşmamaya dikkat etmiş ve Cumhuriyet Halk Partisi’ne de Atatürk’ün ölümünden sonra protokol gereği gibi kaydolmuş ve belediye meclisinde İnönü Cumhurbaşkanı olduktan sonra İzmir’e yaptığı ziyarette, şehre girdikten sonra ilk durağı babamın bulunduğu Şark Sanayi Fabrikası olmuş. İnönü’nün bu ziyaretinin yorumlanmasından babam daima kaçınmıştır. Bir kaç saat kadar ne konuştukları bilinmemektedir.
Sene 1945. İstanbul’da Park Otel’de babamla beraber bir akşam yemeği yiyorduk. O sırada Amerika’ya üniversiteye giriş evrakımı hazırlıyordum. Babam ilerdeki masalarda birisini gördü. Birden ciddileşti, havası değişti, kalk oğlum, gel benimle dedi. Kalkıp ilerledik ve önlerde bir masada eski nâfıa vekili Ali Çetinkaya’yı gördüm.
Esasen ona doğru yönelmiştik. Masasına gelince, uzunca bakıştılar, sonra babam büyük bir saygı ile eğildi, Ali Bey’in doğrulmasını da önleyerek fevkalade saygılı bir iki kelime teati ettiler. Sonra babam beni gösterdi ve oğlum Turan, efendim sayenizde Amerika’ya tahsilini bitirmeye gidiyor dedi. Ali Bey de Telat Beyefendi, mahdumunuz sizin sayenizde okumaktadır, istirham ederim efendim dedi.
Fazla konuşulmadı, selam verip ayrıldık. Masamıza döndüğümüzde bu konu konuşulmadı, olmamıştı sanki. Ali Çetinkaya, İstiklal Mahkemesi’nde babamı beraat ettiren suikast mahkemesinin Kel Ali namı ile meşhur hakimi ve Mustafa Kemal’in mutemed adamı Ali Bey idi.
CUMHURİYET VE DEVRİMLERLE BÜTÜNLEŞME YILLARI
Yirmili otuzlu yılların Karşıyaka anılarını sıralarken gerçekte yakın tarihimizi, diğer bir deyim ile cumhuriyetin ilk on yılının yaşamımızdaki izlerini anmış oluyorum. Bazı kişisel veya aile içi, ya da dostluklarla renklenmiş anılar dışında yer alan, iz bırakan anılarım hep bu tarih sayfalarına yerleşmiş olanlardır. Çocukken, sonraları delikanlı denebilecek yaşa geldiğimde belleğimde iz bırakan bu anılar, anıldıkça aynı anlamı veriyor bana, altmış sene evvelki netlikle görüyorum ve aynı heyecanı, aynı etkiyi hissediyorum.
Bütün bu anılarda Karşıyaka’nın yeri vardı. Ben olayları orada yaşadım, olaylarla orada bütünleştim. İnkılâpları ailemizle, komşularımızla, okulumuzla Karşıyaka’da yaşadım. Harf inkılâbı olduğunda ben Alaybey’de Soeur’Ier okuluna enfantine”e (5-6 yaş sınıfı) gidiyordum.
Harf inkılâbını sonraları değerlendirdiğimde görüyorum ki Karşıyaka’da halk çok büyük bir organizasyon yaratmıştı. Akşamlan sofra konuşmalarında uzun zaman bu konu anlatılmıştı, tartışılmıştı. Halk dersanelerine herkes bölük bölük akmıştı. Ahçımız ve ortalıkçı dersaneye giderdi.
Aile efradı, babam, annem, evimizde kalan kuzenler ve ablam yabancı dil bilgileri sebebi ile yeni yazıyı derhal sökmüşlerdi. Annem ve babam evde çalışanlara halk dersanelerinde verilen ödevler için yardım ederlerdi. Akşam toplantılarında yeni yazının faziletleri sayılıp dökülüyordu. Hele dadımın kızı Mükerrem’in kısa sürede yazar okur hale gelmesi ahçımızı iyice coşturmuştu.
Yeni yazı coşkusu komşularımızda da sürüp gitmekteydi. Bunları çok iyi hatırlıyorum. İbrahim Ethem Beyler’de (Postacıoğlu) ve Tevfik Fikret Beyler’de (Adaman) de halk dersaneleri trafiği sürüp gidiyordu. Bütün inkılâplan büyük bir inanç ve iştah ile Karşıyaka ve İzmir benimsemişti. O sırada ben Alaybey’deki Fransız Soeur’ler okuluna devam ettiğimden zaten alfabeye Fransızca olarak başlamıştım.
Eski yazı dönemine yetişemedim. O sene Galatasaray’da ilkokula başladığımda artık eski yazı yoktu. Harf inkılâbının yarattığı coşkuyu, heyecanı, gerçek değeri ile anlatabilmek için o günlerin yaşamına dönmek lazımdır. Sıra sıra gelen yazılı veya yazılı olmayan inkılâplar insanları yeniliyordu. Annemin, babamın diğer büyüklerimin değiştiklerini görüyordum. Bu bir metamorfozdu ve bu metamorfoz bugün anılarıma gömülürken veya oralarda birşeyler ararken daha iyi görüyor, anlıyor ve takdir ediyorum.
Yazılı olmayan inkılâplar da vardı. Yazılı olmayan inkılâplar bütünü ile garplaşma (batılaşma), Osmanlı’dan, şeriatten arta kalan köhne ve mistik inanç ve alışkanlıklardan uzaklaşmayı sağlamıştır. Bunlar yurdun yörelerine ve şehirlerine göre etkinliklerini göstermiştir. Ama hepsindeki müşterek doku halkın birleşmişlikten öteye kenetlenmiş olmasıydı. Bu kenetlenmenin yapıştırıcısı müşterek bayrak ve eskiden kaçıştı. Ardarda gelen inkılâplar yaşamı hızla değiştiriyordu. Alınan mutlu sonuçlar eskiden kaçışı hızlandırıyordu.
İzmir’de ve İstanbul’da başarıları yazılı olmayan inkılâpların biri de Türkçe konuşmaya teşvik için Vatandaş Türkçe Konuş kampanyasıdır. Yirmili yıllarda ve otuzların ilk yarılarında İzmir’de, Karşıyaka’da, Rumca, Fransızca, İspanyolca (Musevi İspanyolcası) Türkçe gibi kulakları dolduran dillerdi. Yirmili senelerde de İstanbul’da Beyoğlu’nda tezgahtarların anneme doğruca Fransızca hitap ettiğini bir kaç vesileyi hatırlarım İstanbul’da Türkçe bilmeyen tezgahtarları da hatırlamaktayım. İzmir’in Yunan işgalinden çıkışı İstanbul’un kurtuluşundan farklı olmuştur.
İzmir’de Türkçe bilmeyen benzeri tezgahtar olayını hatırlamakla beraber, Türkçe bilmeyen veya ısrarla konuşmayan levantenler ve gayrimüslimler halkı rahatsız edecek kadar çoktu. Karşıyaka’da sayıları azalan levantenlerin pek çoğu Türkçe konuşmamakta direnç gösteriyorlardı. Çoğunlukla Karşıyaka’ya Kordelio demeye, İzmir’e Smirna, İzmirli’ye de Smimiod demekte ısrarlıydılar. Bu levantenlerden sağ olan tek tük ihtiyarlar bugün bile karışık bir dille konuşurlar, Kordelio ve Burnabat’ı dillerinden silemezler. Vatandaş Türkçe konuş kampanyası, Türkçe konuşmanın dışında da pek çok mesajlar vermiş, bir halk bütünleşmesi örneğidir.
Büyük bir hoşgörü, sakin ve sabırlı yöneticileri her türlü sertlikten uzak tutmuştur. Dokuz Eylüllerin dışarıda galip ve mağlup yoktur ortada. Fakat bugünkü gözlerimle o günleri seyrettiğimde bizim hoşgörümüz her vesile ile istismar edilmiş veya tahrik malzemesi olarak kullanılmıştır. Galip olan bir istiladan kurtulmuş İzmir’dir ve İzmirliler’dir, Karşıyakalılar’dır. Onların olaya bakışı ise ellerinden İzmir alınmış, Karşıyaka kopartılmıştı adeta. Bu teşhis hâlâ Yunanistan için geçerlidir.
Pek çok memleket gezdim fakat sokaklarda dini ayinlerle, cenaze kortejlerine, düğünlere rastlamadım. Ama bu ayinleri defalarca Karşıyaka’da ve İstanbul’da Beyoğlu’nda yirmili ve otuzlu senelerde gördüm. Sonra bir kanunla bunlar yasaklanınca çok yaman dış akisler olduğunu da hatırlarım. Karşıyaka’daki Sainte Helene Katolik kilisesinde tertip edilen dini cenaze ve düğün ayinleri ve alaylan yirmili senelerde ve otuzların başlarında çok sık rastlanan olaylardı.
Büyük papazlar rütbelerine göre giyinirler ve önde giderlerdi. Sonra diğer ruhaniler ve oğlanlar da dini kılıklarla, süslenmiş cenaze arabasının iki yanında sıralanarak geçerlerdi. İştirakçilerle büyük bir kortej oluştururlardı. Fazıl Bey Caddesinden doğru gelirler, kilise sokağına saparlardı. Bu cenaze veya düğün kortejlerinin sahilden de geçtiklerini hatırlarım. Papazların ellerinde asalar, flamalar, sırmalı süslü bayrak sopalar, etrafı takdis edercesine asırlar boyu süren alışkanlıklarının tantanaları ile ağır ağır yürürlerdi.
Aynı kortejleri daha renkli ve uzun olarak, İstanbul’da Beyoğlu’ndan geçtiklerim cadde üzerindeki binamızın üst katlarından defalarca kuş bakışı seyretmişimdir. Bir kaç kez bu kortejlerde yüksek sesle ilahilerin söylendiğini de hatırlamaktayım. Eşsiz bir tolerans ve emsalsiz bir istismar modeliydi bu ayinler.
İzmir bir Yunan istilası geçirmişti. Bu olup bitmişti. İzmir’de daha pek çok Rum ve tatlı su frengi (levanten) vardı. Bilhassa hatıralarımın belirgin olmaya başladığı yirmilerin son yılları ve otuzların başlan mahallede arkadaş bulmaya başladığım senelerdir. Rum ve levanten çocukları ile oynardık. Sokakta Fransızca, Rumca, Türkçe kadar kulakları doldururdu.
Yunan istilasına uğramış İzmir’de kin ve nefret etrafı sarmıştı. Bu çok haklı bir tepkiydi. Masal gibi neler neler dinlemiştim, büyükler dertleşirken anlattıklarında. Ama artık olan olmuştu, kin bitmişti. Kalanlar bizdendi ve Rumca, çarşı, pazar, yolda ve plaklarda dolu dolu konuşuluyordu. Hele Venizelos’la yürütülen dostluk halkça da benimsenmişti.
Ortaokula başladığımda (1934) pastaneye çıkma müsaadesi verilmişti, artık delikanlıydım. Tatlıcılar, pastaneler ve Karşıyaka’nın iki sineması (Ferah ve Zafer) en önemli eğlence ve sosyal ilişkimizdi. Pastanede plak çalınırdı. Çalınan şarkıların çoğunluğu Rumca idi. Rumca şarkıların bir kısmının tek tük sözlerini ve nağmelerini hâlâ hatırlarım. Kimse Rumca şarkıyı yadırgamazdı. Sonralan Dokuz Eylüller sakinleşti, duruldu.
Venizelos ile Atatürk ve İnönü’nün dostlukları ve Balkanların yarınları kaygısı bu şenlikleri örtülemişti. İlk senelerde Dokuz Eylül geçitlerinde süngülenen temsili Efson askeri sahnelerine ben yetişemedim. Fakat şu son senelerde daha küçük şehir ve kasabaların kurtuluş yıldönümlerinde bu gösterilerin Yunanistan’ın tutumu sebebi ile tekrarlandığını üzülerek görmekteyim.
Karşıyaka ve çocukluk anılarımda Dokuz Eylüller ve 29 Ekimler çok renkli izler bırakmıştır. 1925-26 yıllarından bu yana bazı anıları çok net hatırlıyorum. Dokuz Eylül şenlikleri ilk yıllarda taşkınlık ve İzmirlilerin deşarj günüydü. Sahildeki evimizin yola bakan terası kağıt fenerler ile donatılırdı. Fenerlerde mumlar yanardı. O senelerde Karşıyaka’nın daimi elektriği henüz gelmemişti. Fenerler bu sebeple mumlu idi. Tabii rüzgar çıkınca alem olurdu. Fenerler sallanırken bazen tutuşurdu ve bir koşuşturma başlardı.
Gece bastıktan sonra Fuat ve Suat (Yurdkoru) ağabeylerim sahile yerleştirdikleri havai fişekleri ateşlerlerdi. Babamın tedarik ettiği fişekler, çarkıfelekler, bir kovan içinden havan topu gibi havaya fırlayan fişekler bütün Karşıyaka’da atılanların en çeşitlisi ve en güzelleriydi. Ellerimizde maytaplar, cızır bızırlar kardeşim Celasin ile mutlu bir gece geçirirdik. Sahil müzik, şarkılar, paytonlar ve neşeli gruplarla dolardı.
Dokuz Eylül şenliklerini 29 Ekimler takip etmeye başladı. Hatırladığıma göre başlarda Cumhuriyet Bayramları sadece resmi törenleri kapsardı. Kısa sürede Cumhuriyet Baloları yılbaşı baloları gibi en büyük sosyal olaylardan biri haline gelmişti. Yirmili senelerde Karşıyaka’da Cumhuriyet balosu iskelenin karşısındaki Halkevi binasında verilirdi. Kalbur üstü aileler davet edilmek için can atarlar, elbiseler diktirirlerdi o gece için.
Atatürk – Venizelos diyaloğu ile Dokuz Eylüller hafifletilince Cumhuriyet Bayramları İzmir’de daha büyük önem kazandı. Artık havai fişekler, maytaplar, çarkıfelekler, havada patlayıp açılan yıldızlar, şemsiyeler, coşkuyu arttırıyordu. Havai fişekler ilkleri Hisar Cami arkasındaki av aletleri, silahlar ve mermiler satan bir dükkandan alındığını hatırlıyorum. Sonraları ikinci kordondaki inhisarlar deposundan alınır olmuştu.
İnhisarlar havai fişek, çarkıfelek ve havanları bir tertip halinde içi çinko kaplı ince uzun kasalarda ambalajlanmış olarak verirdi. Kasalar Amerikan filmlerindeki vahşi batının silah kutularına benzer ambalajlardı. Çamlık’taki evimize taşındıkdan sonra da bu havai fişekli Cumhuriyet Bayramı şenliğini babam sürdürdü. Tahmin ederim en son şenliğimiz 1936 senesindeydi.
Dini telkin ve dini eğitim okullarda yapılmazdı demek yerinde bir deyim değildir. Doğru ifadesi dini telkinin ve dini eğitimin konu dışı bırakıldığıdır. O devirin büyükleri pek çok eleştirilerinde Osmanlı’daki başlıca çöküş nedenlerini kanunların yerine halife iradesinin kullanılmasında, Arap diyarlarında uğranılan hainliklerde ve cihadı İslâm masallarında araştırıyorlardı. Genel telkin, İslâmın vicdan hürriyetini buyurduğunu, Allahın her yerde hazır ve nazır olduğu, kişinin her an vicdanı ile hesaplaşması gerektiği doğrultusundaydı.
İlkokullarımızda bize bunlar açıklıkla anlatılıyordu. Yirmili ve otuzlu yılların öğretmenleri kurtuluş savaşanın barut kokusunu duyarak, hilafetin, taassubun getirdiği felaketleri yaşamış kişiler olarak inkılâpları yayma kökleştirme ordusu kurmuşlardır.
Sene 1929, Galatasaray’da ilk kısım birinci sınıfta yatılı talebiyim. Türkçe sınıf hocamız Nuri Bey’di. Nuri Bey tanınmış bir hafızdı ve meşhur Hafız Burhan Bey’in topluluğunun en aranan mevlüthanlarındandı. Nuri Bey, Mustafa Kemal’in yeni Cumhuriyetinin havasına girmiş ve Cumhuriyetin ilk savunucusu öğretmenlerinden biri olarak Ramazan vesilesi ile dinimizi tanıtan ve unutulmayacak bilgiler vermişti sınıfta.
Çok toplumcu bir lider olan Peygamberimizin sıcak ülkede yaşayan Araplar’ın yağlı ve baharatlı yemeklerle yorulan midelerinin dinlendirilmesi ve de açlığa karşı nefse hakim olma olgunluğuna erişebilmesi için bir aylık oruç tutmayı şart koyduğunu ne de güzel ve ne de canlı anlatmıştı bize. Sonra bayramlaşmanın, insanları sevindirmenin güzelliklerini örnekler vererek bütün arife haftası tatlı tatlı nakletmişti.
Arife günü de paydos tamburundan sonra teyzem beni okuldan alıp Beşiktaş’a eve götürürken, yol boyu heyecanla ona bütün bunları uzata uzata nakletmiştim. Sonra teyzem senelerce lafını etmişti beni överekten. Ben yedi yaşıma yeni girmiştim o günlerde.
Nur içinde yatsın Hafız Nuri Bey hocamız. Yalnız o mu? Ya Karşıyaka Türk Birliği’ndeki Halide Hoca hanım. Onun verdiği öğütler ve bilgiler tıpa tıp annemden, babamdam duyduklarımdı, aynı hamurdandı. Namazın İslâmda zuhurunun sebepleri ve jimnastik dersimizle kıyaslanması, hacca gitmenin değişik ülkelerden insanların tanışmasına, yeni dostluklann, yeni ticaretlerin doğmasına ve sulh içinde yaşamaya yardımcı olmasına bağlayan sözleri ve anlatıcı konuşmaları ile Peygamberimizi ve dinimizi nasıl da küçücük mantığımızda yüceltmişti. Halide hoca hanımın eline geldiğimde daha on yaşındaydım.
Cumhuriyetin bu ilk öğretmenlerinin gerçek aydın kişiler olduklarını seneler için. de idrak ettim. Kimsenin o zamana kadar cesaret edemediği otorasyonalizasyon süzgecini dini kuralların köklerine inmede ve akliyun felsefesi ile çözüp izah yolunu seçmişlerdi. Muhtemeldir ki onlar sarıklı hocaların mahalle mektebinde okumuşlardı. Falakayı görmüşlerdi. Karanlıklarla savaşarak buralara gelmişlerdi. Taassuba verilecek en küçük tavizin ayyıldızlı bayrağın gölgesindeki yaşama getireceği melaneti en iyi takdir eden ve sivil hayatın başeğmez inkılâp silahşörleriydi öğretmenlerimiz. Ben bunu hep böyle bildim.
Onlar ve sonrakiler de Ankara’daki ateşin korlarından meşalelerini yakan öncülerdir. Bizlere yerli malı kullanmanın faziletini, tasarrufu, Dokuz Eylüllerin, Yirmidokuz Ekimlerin, Otuz Ağustosların büyüklüğünü tatlı tatlı, canlı canlı anlatan gencecik Cumhuriyet fidanını inançlarıyla sulayan öğretmenlerimi her vesile ile gözlerim yaşlanarak anarım.
Evet, en küçük yaşlarımdan başlayarak evimizde, komşularımızda, okullarımda çok derin bir bayrak sevgisi gördüm. Bayrak mukaddesti. Üç beş yaşlarımdan itibaren Mustafa Kemal’i, Cumhuriyeti ve bayrağı bir arada ve hep ön planda tutmuşumdur. Bayrak bir de askerle bütünleşiyordu.
Okullarımızda da bayrak konusu daima derinine ele alınırdı. Vatanperverlikle bayrak sevgisi ve Cumhuriyet bütünleştirilirdi. Dokuz Eylüllerde ve 29 Ekimlerde evler bayraklarla donanırdı. Sahildeki evimizde olduğu gibi Çamlık’taki evimizde de balkonlardan aşağıya kadar uzanan büyük bayraklar asılırdı. Bayraklı’daki fabrikamızın da cephesi bayraklarla kaplanırdı. Ortaokulda ve lisede bayraktarlık bir paye idi.
Eski sigaraların diplerinde sigaranın bir amblemi ile ayyıldız bulunurdu. Bu ay yıldız uzun münakaşalara, itirazlara yol açmıştır. Pek çok kişi sigarayı ay yıldızlı tarafından içerdi. Böylece izmaritin üzerinde ay yıldız kalmazdı. Yere atılan izmariti çiğneyen kişilerle işi kavgaya götüren fanatikler vardı, ayyıldızlı sigara dibi çiğnenemezdi! Sonraları sigaradan ayyıldız kaldınlmıştı.
Tasarruf Haftası, Kumbaralar, Yerli Mallar Haftası okullarımızı, öğretmenlerimizi, ailelerimizi ve bizleri bir araya getiren olaylardandı. Bugün eriştiğimiz seviyelerin basamaklarıydı gösterilen çabalar. O basamakları hepimiz, öğretmenlerimizle, arkadaşlarımızla, evlerimizle, komşularımızla kenetlenmiş olarak ve coşku ile bir arada beraberce çıkıyorduk. Bu olaylar devrin basınıyla beraber bütün yurdun benimsediği tarih sayfalarında arşivlerde durmaktadır.
Otuzlu senelerde Yerli Mallar Haftası ve Tasarruf Haftaları yazılmamış inkılâplardandır. Basının, bilhassa genç Türkiye’nin hamurunu yoğuran öğretmen ordusunun gayretleri ile milli şuur tereddütsüz tasarruf ve yerli malı etrafında bütünleşmişti. Biz öğretmenlerimizden duyduklarımıza evlerimizde de şahit olurduk. Evlerimizde ve okullarda aynı ağızdan konuşulurdu, öğretmenlerimiz de adeta analarımız babalarımızdı. Böylece güvenimiz bir başka olurdu.
Tasarruf Haftalarını ve Yerli Malı Haftalarını halkımızın nasıl benimsediğini ne de güzel anımsıyorum. Yeni bir kuruluş olan İş Bankası tasarrufu teşvik için kumbara kampanyasını başlatmıştı. Kültürlü ve aydın aileler (esnaf, memur, asker, tüccar, sanatkar bu grubu oluştururdu) kumbaralarını gururla baş köşeye yerleştirirlerdi. Kumbaralar bazen işlemeli dantelli örtülerle de örtülerek anlamlarına değer katılırdı.
İlkokulda hatırlarım; özdilekle Çankaya Gidiyoruz bankaya Ey kumbara, kumbara İçi dolu çil para öt bakalım çin, çin, çin Çik, çik, çik de çik, çik, çik
Yerli malı yurdun malı her Türk bunu kullanmalı gibi sloganlar yaygındı. İnkılâpların vefakar öğretmenler ordusu ve inkılâpçı basın yerli malı kullanmanın bir yurtseverlik görevi olduğunu halka benimsetmişti. Bazı inkılâplar okullardan ailelere mesajlar da taşırdı.
Sümerbank’ın Yerli Mallar Pazarı mağazaları çok revaçtaydı. İlkokullarda ve ortaokullarda öğretmenler senelerce yerli malı kullanma ilkesini aşılamışlardı. Pırıl pırıl siyah ithal malı kumaştan yapılan ilkokul önlüklerinin yerini biraz sertçe kumaşla dikilen karlı gri önlükler almıştı. Bizler mutluyduk çünkü, artık yerli malı önlük giyiyorduk. Yerli malı kullanmak sosyeteye de girmiş, yerli kumaş ve aksesuarla giyinen hanımlar beceriklilik numunelerini veriyorlardı.
Beykoz kunduraları da gururumuzdu. Onlarla topa vurmaya kıyamazdık. İnkılâpların meşalesi, genç, ihtiyar, zengin, fakir hepimizi sımsıcak bağlamış bir bütün yapmıştı. Bugün bunları hâlâ hissediyorum.
Acaba diyorum, o günleri tekrar örnek alırsak sulanan inkılâplara, gölgelenen birliğimize yeni bir hayat getirilebilir mi? Bize yeni bir coşku verir mi? Hepsi olabilir ama o meşaleyi kim tutuşturacak.
SOYADI KANUNU İLE TANIŞMAMIZ
Seneyi 1934 diye hatırlıyorum. Türk Birliği’nde beşinci sınıftayım. Ailemizi bir süredir ciddi ciddi meşgul eden bir konu için pek çok geceler yemek bittikten sonra soframız aile meclisine dönüşürdü. Bize geç oldu artık, gidip yatın filan denmezdi, sanki bizim de orada yerimiz vardı. Ailemizin en büyüğü olan büyük amcam doktor Vasfı Bey’le eşi yengem de yemekten sonraki toplantılara katılırlardı. Zaten onların evleri de yandaydı. Konuşmalar gecenin içinde epeyce uzardı. Bu toplantıların bir çok kere yapıldığım hatırlamaktayım.
Toplantıda aile meclisi ciddiyetini korurdu. Anadolu’da hakimlik yapan küçük amcamdan gelen mektuplar okunur, eleştirilir, ailelerinde bizim soydan amcaların, teyzelerin bulunduğu İstanbul Feneryolu’ndaki Bedriye ve Neciye hanımlardan haber beklenirdi. Okulda da anlatmışlardı artık her ailenin bir soyadı olacaktı. Bu toplantıları öğretmenlerimden duyduklarımla birleştiriyordum ve daha da renkleniyordu benim için.
Konuşulanlardan kelime kaçırmamaya gayret ediyordum adeta. O sıralarda vefat eden büyük babamızın (Şurayı devlet azası Hacı Tahir Efendi 95 yaşında vefat etmişti, aile fertleri kendisine efendi baba diye hitap ederdi) Kuran-ı Kerim’indeki aile seceresi uzun uzun tetkik edilmişti. Kuran-ı Kerim Bayraklı’da oturan büyük halamızın yeddi emanetindeydi. Şecerede dört nesil dedelerimizin adları varmış fakat bir lakab, aile ağacına ad verecek bir öz isim bulunamamış. Uzun seneler sonra o günlerin konuşmalarını büyüklerimden bir iki kez daha duymuştum.
Karşıyaka Türk Birliği okulundaki hocamız Halide hanım ve müdürümüz Danış Bey aile adının önemini, bunun garplaşmanın adımlarından biri olduğunu defalarca anlatmıştı. Onlann anlattıklarını evdeki sahnelerle ne de güzel karşılaştırıyor ve soyadımı heyecanla bekliyordum.
Konuşmaların ve yazışmaların uzun bir şüre sürdüğünü hatırlıyorum. Sınıfta arkadaşlarımızın bazıları gururla yeni adlarını öğretmenimiz Halide hoca hanıma yazdırmışlardı bile. Sonuçta aile, bizim Nevşehir kökenli olmamız esasından hareketle Oğuz boylarından olan dedelerimizin Kağan Han’la (Hanların Hanı) Anadolu’ya gelen ve Muşkara’nın Narlıca mahallesine yerleştirilen yedi boydan biri olduğu dikkate alınarak soyadımızın Muşkaralı, sonra da Muşkara olması ittifakla kabul edilmişti. Muşkara’nın Nevşehir’in eski ismi olduğunu ve Damat İbrahim Paşa tarafından değiştirildiğini de daha sonraki yıllarda öğrenmiştim.
Küşümsenmeyecek bir inkılâptı bu. Mustafa Kemal’in çizdiği batılaşma yolunun temel taşlarıydı sıra sıra gelen bu inkılâplar. Kılığımız, şapkamız, yazımız ve soyadımızla hızla değişiyorduk. Türk ailelerinin ileriye bakan birer kimliği de vardı artık. Yeni takvim, pazar tatilleri ve Türkçe ezanla doğunun mistik hayatından kopmuş, Tuna’ya koşan soydaşlarımızdan farklı olarak biz garplılaşmaya koşuyorduk, yurdumuzda kalaraktan ve garba açılan bütün bu kapılardan geçerekten. Otuzların ilk yarısında başarmıştık inanılmayanlara. Ve ben anılarımın içinde kendime pay da çıkararaktan o günleri yaşamanın mutluluğunu tadıyorum. Sanki bu hamleleri yapanların içinde ben de vardım.
Muşkara’nın Nevşehir’in eski ismi olduğunu bilen ve ailemizle tanışmadan evvel Muşkara adını veya bu kelimeyi duymuş olan hiç kimse ile karşılaşmamıştım ta ki Dr. Black Robert Colleg’e President olarak gelinceye kadar. Dr. Black Amerika’dan 1944 sonlarında gelmişti. İlk günlerinde öğrenci gruplan ile tanışma programını sürdürüyordu. Bir akşam, sıra benimde üyesi olduğum Engineering Form topluluğu ile tanışmaya gelmişti.
Dr. Black’m karşısında sıralanmış, adeta teftiş veriyorduk. Mühendis Bölümü Dekanı Profesör Bliss teker teker adlarımızı söylüyor. Dr. Black da ellerimizi sıkıyor ve bir iki kelime laf ediyordu. Sıra bana gelince, Mr. Bliss, Turan Muşkara diye beni de tanıttı. Benim ismimi duyunca, Dr.Black şöyle bir durakladı, düşündü ve bana Hacı Bektaş ile soydaşmısınız diye sordu ve Muşkaralıydı da diye ilave etti. Dr. Black’m Türkoloji dalında eğitim gördüğünü sonradan öğrenmiştik. Bu eğitim ne kadar da kapsamlıymış! Dr. Black anılarımda, hâlâ Muşkara adının evvelini bilen tanıdığım tek kişi olarak kalmıştır.
ON KASIMIN ANIMSATTIKLARI
Cumhuriyet Bayramı ve On Kasım Ata’yı anma günlerinin ardından, anılarımda toparlıyorum yirmili otuzlu senelerin ulusumuza sunduğu yenilikleri, inkılâpları. Sonra, sisler arasından sıyrılan tarihsel kişiliğimize ve ana dilimizin bilincine erişmemizi düşündüm, neler oldu neler diye listeler yaptım ve Cumhuriyet Bayramını kutladım kendime ve saygı duruşu yaptım Ata’ya.
Cumhuriyetin ilanını hatırlamıyorum, daha iki yaşındaydım o sırada. Ama insanların çarşafla, peçeyle, fesle dolaştıklarını hatırlıyorum. Babamın, dayılarımın fes giydiklerini görmedim, onlar daha evvel serpuşu geçirmişler başlarına. Ailemizde ciddi ciddi çarşaf giyen büyük halam Seniye hanımdı. Annem, anneannem, büyükannem, yengelerim ve diğerleri yarı çarşaf giyerler, peçe takmazlardı. Bugünkü kılığa bizi sokan Cumhuriyetin getirdiği kıyafet kanunudur. Bu kılığı değiştirmeseydik, kendimizi Avrupalı hissedebilirmiydik ?
Takvimimiz, saatimiz ve hafta sonu tatilimiz de Cumhuriyetin ilk hediyelerindendir. Okula başladığımda takvim hicriden ve rumiden, şimdiki takvim olan miladiye geçmişti, fakat hafta başı cumartesiydi ve perşembe öğlenleri okuldan çıkardık. Cuma ise hafta sonuydu. Daha ilk okulun başlarında cumartesi, pazarlı hafta sonlarına başlamıştım. Avrupalılaşmaya bir adım daha atılmıştı.
Alış verişi okka ile, arşın ve endaze ile yaparken, Cumhuriyet bize kiloyu, metreyi öğretti. Bunları da ilkokulda gördüm. Daha 1924’de Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile tüm eğitim Maarif Vekaleti’ne bağlanmıştı. Tekkeler, zaviyeler ve türbeler kapatılmıştı. Bu kanun ile ilkokullar, orta ve liseler ile üniversiteler yurt sathında aynı programlar uygulamaya başlamışlardı. Bunlar Osmanlıdan kaçış ve Avrupa kapısını tıkırdatma hamleleriydi.
Harf inkılâbını kovalayan aylarda okullarda, devlet dairelerinde, kulüp binalarında hatta pastanelerde halk dersaneleri açılmıştı. Evimizde de annem, babam ve diğer büyükler yabancı dil eğitimleri nedeniyle yeni yazıyı derhal kavramışlar ve evdeki ahçı, dadı ve diğer iş görenlere yeni yazı derslerini veriyorlardı. Bu komşularımız Ethem Beyler’de de (Postacıoğlu) Tevfik Fikret Beyler’de de (Adaman) böyleydi.
Manto, şapka modelleri günlük heyecanlar arasındaydı artık. Hafif okka, uzun endaze esprileri yapılıyor, gazeteler bir başka kapışılıyordu. Bunlar 1925-1928 arasında tamamlanmıştı. Türkiye sınırlarını çevreleyen ülkeler arasında Latin harflerini kabul etmiş tek ülkeydi ve hâlâ da tek ülkedir.
Şimdi ne kadar da basit görünüyor şapkayı giymek, şalvarsız dolaşmak, pazarlan tatil yapmak, Van’daki liseden Burdur’dakine nakil olmak, kiloyla alıp, metreyle ölçmek ve bütün dünya ile aynı yılbaşını kutlamak ve bir nisan şakasını yapmak. Ben bunların olmadığı günleri sinema şeridi gibi gözlerimin önünden geçiriyorum. O şeritte daha neler var. Tek adamın inancının, görüşünün ve kararlarının ürünü olan bu hamleler, seçkin ülkü arkadaşlarının çabaları ile kısacık bir zamana sığdırıldı. Ben daha ilk ve ortaokulda okuyordum bu anılarımın yaşandığı yıllarda.
Hızını alamadan uçuyordu ülke. Artık laik olmuştu, her dine saygımız vardı ve din ile devlet işleri ayrılmıştı. Artık Şeyhülislam fetvası ve şeriat kararlan yerlerini bilimsel hukuka bırakmıştı. Kadınlar layık oldukları yeri almış, peçenin arkasında saklanan yüzleri Millet Meclisi kürsüsünde cihana tebessüm ediyordu. İlk kadın avukat da 28 Kasım 1928’de duruşmaya çıkmıştı. Avrupa Birliği’ne katılma girişimleri o günlerin aydınlattığı yollardan geçiriliyor. Dilerimki kararmasın bu yollar.
Saray hayatı, bilimden nasibini almamış yurt idaresini, askeri harcamaları ve daha neleri karşılamak için alınan yurtdışı ve yurtiçi tefeci borçlarının yadigar olan Duyun-u Umumiye İdaresi (kapitülasyonlar) eritilip, yok edilmişti. Hür bir Cumhuriyet mâliyesi vardı artık. İzmir, İstanbul, Karadeniz daha nice yurt limanlarında Türk gemileri seferdeydi. Kabotaj hakkı elde edilmişti. Ben o günlerde daha kısa pantolonlu bir çocuktum.
Türk Dil ve Tarih Kurumu da aslında bir inklâptır. Yozlaşmış, özünü kaybetmiş, bilimden uzak kalmış Türk diline, Türk kimliğine kavuşma çabalarıdır bu çalışmalar, onun için inkılâptır. Bu inkılâp, hâlâ patlamalar, duraklamalar, aydınlıklar ve zaman zaman sisler arasından geçse de hâlâ sürmektedir.
İzmir İktisat Kongresi ile Osmanlı’nın hayal bile edemediği iktisadi kalkınma kanunu benimsendi. Ve sonra, yerli malı yurdun malı, her Türk bunu kullanmalı sloganları. Tasarruf Haftası, Ey Kumbara kumbara içi dolu çil para diye İş Bankası kumbara reklamları, bunların hepsi garba yapılan koşunun menzilleriydi.
Bu menzillerden biri de daha 1934 yılında kartvizitleri değiştiren Soyadı Kanunu idi. İlkokulda geçen günlerimde şimşek hızı ile festen şapkaya, peçeden, çarşaftan mantoya, takvimden tartıya, ölçüye kadar, yeni yazı dan, pazar tatiline, peçe arkasındaki kadından meclisteki mebus kadına kadar daha onlarcasını bir bir yaşadım da ikinci Cumhuriyetçilerin nankörlüklerini hayretle seyrediyorum.
BİR BAŞKAYDI ESKİ BAYRAMLAR
Bayramlar, bayramlaşmalar, bayram gezileri, bayram tebrikleri, bayram yemekleri, bayramlarda bekçinin, postacının, çöpçünün tebrikleri ve bahşişleri… Bütün bu ilişkiler yenilerde ya gevşediler ya da silinip gidiyorlar. Bayram davulları, bayram yerleri ya unutuldu gitti ya da yavaş yavaş yok olup çıkıyor yaşamlarımızdan. Bu ihmaldenmidir yoksa eskiyi hor görmektenmidir veya modernleşmektenmi böyle oluşa geliyor.
Samimi düşünülürse bunların hiç biri doğru yerleştirme değildir. Geçmişten kaçış, eski adetleri küçümseme değildir, gerçek olay eski alışkanlıktan devam ettirmemekten ibarettir. Olay sosyal yaşamımıza gelen revolüsyonun aile hayatına da girmesidir. Bu revolüsyonu ilerleyen seneler içinde yaşamın her safhasında yeni adetler, yeni anlamlar, yeni zevkler yaratmıştır.
Bayram yerleri mi kaldı şehirlerde! Bekçi mi var mahallede geceleri düdük çalan! Aileyi toplayıp bayram hindisi ikram edecek babalar mı, dedeler mi, amcalar mı kaldı bu küçücük evlerde! Gerçek olan, artık üç gün veya dört günlük tatilden başka bir anlamda değildir, bayramlar gittikçe yenilenen nesiller için. Eski bayramları dolu dolu yaşayanlar için ise bayramlar anılar küpüdür, anılann dolu saklandığı küpler. Ne güzel anılardır onlar.
Daha arifeden evvel başlardı bayram programları. Bayram programlarının temelini bayram ziyaretleri ve birinci günkü bayram yemeği oluştururdu. Bayram ziyaretlerinin ve bayram yemeklerinin usûl ve adabını en protokol kurallarından da ileri olan gelenekler oluşturmuştu.
Ziyaretlerde sıraya uyulmaya özen gösterilmeliydi. Birinci günkü, ikinci günkü ve üçüncü günkü zorunlu ziyaretler ince ince düşünülür ve arifeden evvelki akşamların konuşmalarını oluştururdu. Bu konuşmaları ilgi ile takip ederdik. Konuşmalara katılabilecek çağa gelmiş bazı gençler sıra değişikliği isterler ve bazı büyükler de o densize ilk günü gidilmez veya hele o bir gelsin, sonra iadeten gideriz diye küçük kırgınlıkları dile getirirlerdi. Biz küçükler sıralamaları dinlerken gelecek bayram bahşişlerinin hesabını yapardık.
Bayram programı konuşmaları sürerken büyüklerimiz mangala sürülen ıhlamurları, limon veya tarçın kaynarlarını içerler, kahvelerini höpürdetirlerdi. Beşiktaş’taki evimizde bu sahneler daha belirgindi. Orada, evde ben dördüncü nesildim. Derken konuşmalar yolunu bulur bize yönelirdi.
Büyükler adeta büyüklük sıralarına göre küçüklere son bayram nasihatlerini yaparlardı. Şekerlerle mideni doldurma, geçen bayram Ayşe’ye olduğu gibi yatağa düşersin, paralarınızı alın bu keseye koyun, saçılmasın, orada burada görgüsüzler gibi para sayıp durmayın, el öperken tükürüklemeyin, terlikli eşiklerde papuçlarınızı çıkartırsınız ve çişinizi etmeden evden çıkmayınız gibilerden daha ne nasihatlar dinlerdik.
Büyükler bazı ziyaretleri sabırsızlıkla beklerlerdi. Bu hem hasret gidermek hem de sayılmış olmanın gururunu duymak içindi. Ziyaretlerde karşılaşılan bazı halalar, amca ve teyzeler koklaşıp bayramlaşırlarsa da bu daha küçük olanların daha büyük olanları evlerinde de ziyaret edip usulü gereğince bayramlaşılmasını önlemezdi. Ancak bazı hallerde, özür dilenerek bu bayramlaşmayı kabul ediniz, falan filan sebebi ile bizi mazur görünüz, bayramdan sonra el öpmeye kahvenizi içmeye geliriz kıvırtmaları da olurdu.
Bayram yemekleri bilhassa Şeker Bayramlarının önemli bir bölümüydü ve pek çok ailede yerleşmişti. Bayram sofrası açacaklar daha ramazan içinde aileye duyururlardı ve tertibatı alınırdı. Kalabalık ailenin büyüğü varlıklıca ve evi de müsait ise her bayramın birinci günü onun evinde toplanılır ve bayramlaşılırdı. Yemek vakti uzun sofranın etrafı dolardı. Çok kalabalık ailelerde çocuklar ve gençler için kurulan ikinci sofrada da neşe içinde bayram yemeği yenirdi.
Esprilerin bini bir paraydı ve büyük sofradakileri usulünce ve nezaket çerçevesi içinde “ti”ye almak pek hoşumuza giderdi. İkinci sofradan birinci sofraya geçmek de bir paye idi. Bu artık delikanlı veya genç kız oldu demekti.
Daha neler anlatılabilir bayram yemekleri için. Nar gibi kızarmış baba hindiler, sinilerdeki mis gibi tereyağı kokan ve zerdeyle hafifçe sarartılmış tepe gibi pilavlar, baklava tepsileri, şerbet sürahileri, daha neler neler. Ne de mızmızdım, zor yerdim. Annem, sonra ararsın bunları derdi. Ne de haklıymış, nasıl da arıyorum o yemekleri ve onlarla ilgili herşeyi şimdi.
Kurban Bayramlarının yemekleri de anılarla doludur. Yemek merasimi kurbanın evde kalan kısmının maltız ateşindeki kazanda haşlanması ile başlar, tepsiye alınması ve ahçıbaşının başında fırına gitmesi ile sürerdi. Bu arada aile de artık toplanmış bayramlaşmış olurdu. Bahçe kapısından tepsisi başında ahçıbaşının girdiği görülünce adeta heyecanla sofralara oturulurdu.
Ahçıbaşı eline sağlık sesleri arasında tepsiyi sofra ortasına yerleştirir ve Allah beyefendinin kesesine bereket versin, Allah kurbanı kabul etsin, afiyetler olsun gibi sözlerle ahçıbaşı adeta merasimi açardı. Derken pilavlar sofranın iki başına yerleşir, salatalar aralara doldurulurdu. Tabii arada sıcak sıcak kavurmalar da gelirdi. Aslında kavurma, akşamın rakı sofrasının baş tacıydı. Mis gibi kokan kurbanı bölüştürmekte büyük bir maharet işiydi. Hey gidi günler, sevgi dolu, saygı dolu bayram günleri.
Bayram ziyaretleri ve bayram yemekleri aile ve eş dost arasındaki dargınlıkların, kırgınlıkların giderilmesine, barıştırılmasına da vesile olurdu. Barıştırma mizansenleri daha önceden planlanırdı. Bayramı vesile edip barışmak isteyen pek çok gönüllü ve yaptığına pişman olmuşlar da çıkardı. Onlar kendilerini nasılsa belli ederlerdi ve el üstünde tutulurlar, kırılmamalarına özen gösterilirdi.
Bazı dargınların nazlanmalarına, büyük küçük ayrıntılarına, nerede buluşulacağı gibi teferruatın ve bazı zorlukların çözümlenmelerine aile büyükleri sabırla didinirlerdi. Barışma olup bittikten sonra herkes mutlu olurdu ve aracılara iki taraf da çok kere çam sakızı misali bir hediye veya bir yadigar verirdi.
Bayram ziyaretlerini vesile ederek kaçamaktan kız görme planları, hatta dengine getirip kız evine bir göz atma çabalarını sırıtaraktan hatırlarım da kendin kendime ben pek aklı evvelmişim derim. Hiç toz yutmadım.
Ziyaretler vesilesiyle bazı kuruntular da ortaya dökülürdü. Örneğin Davutlar da hala gelmediler, insanı hep böyle eve bağlar hınzırlar. Bir faytona binemezler de yürürler, saygısızlar. Veya Şadiyeler de görünmedi. Yüzü yok ki edepsizin gibi laflar duyulur sonra karşılaşınca sarmaş dolaş olunur ve o laflar da unutulurdu.
Bayram ziyaretleri kadar tebrik kartları ve tebrik telegrafları da çok önemliydi. Kartların alınması, listelerin yapılması, uygun kelimeler ile yazılmaları heyecanlı güzel olaylardı. Aile büyükleri o bayram kimlerden tebrik geldi, kimlerden gelmedi, kimlerin selamı var kimlerin ki yazılmamış, bunlar günlerce laf konusu olurdu, yorumlar yapılırdı.
Çok kere tebrikler anne ve babalara ve çok yakınlara mektup halinde ve tafsilatlı bayram programlarını anlatarak yazılırdı. Bayramınız kutlu olsun tabiri yeni kullanıldığında büyükler ne kurtlumu olsun diyor, halt etmiş diye espiriler de yaparlardı. Böyle mektupla hal hatır sorarak tebrik edenlerden tebrik kartı gelince üttübüse bak, modern olmuş da kart atmış gibi laflar edilirdi. Hiç bir haber çıkmayanlar için de akrabalar arasında merak zinciri kurulur, araştırılır, derdi varsa yardıma koşulurdu.
İşte böyle sıcak günlerdi bayram haftaları hele Şeker Bayramı, aileleri dipdiri ayakta tutarlardı. Yazık ki yazık, yetişebilenlerin anılarında kaldı, hepsi o kadar.
Bayram Hediyeleri
Şeker Bayramları hediye bayramlarıydı. Hediyesiz Şeker bayramı olmazdı. Bahşişler hediyeden sayılmazdı. Şeker Bayramlarında küçüklere ve hatta palazlanmış gençlere de yeni elbise, gömlek, çamaşır, kundura filan alınırdı. O elbiselere bir süre iyi elbise veya bayramlık olarak gözümüz gibi bakardık. Kurban bayramında da giydikten sonra yavaş yavaş önemini kaybederdi ve gündeliğe vurulurdu. Evde çalışanlara da terlik, çorap ve mendil dağıtılırdı.
Şeker Bayramı ziyaretlerinde büyüklere bir kutu akide şekeri, lokum veya baklava götürülüp duaları alınırdı. Derken, renkli badem şekerleri de moda olmuştu. Beyaz, pembe ve açık yeşil badem şekerleriyle süslü kutular yapılıyordu. Çikolata çok sonraları bayram şekerlerinin arasına girmişti. O da kış bayramlarında, kış ziyaretlerinde karıştırıldı. O devrin çikolataları sıcakta çabucak erir vıcık vıcık olur kutuyu, süsü berbat ederdi.
Bayram ziyaretlerine eli boş gidilmezdi. Bunun varlıkla ilgisi yoktu, gelenekler böyle yazmıştı. Şeker kutularını çok kere biz küçükler taşırdık ve bu payeden çok gururlanırdık.
Aile içinde küçüklere Şeker Bayramlarında oyuncak hediye edilmesi çok doğaldı. Yirmili senelerde ve otuzların ilk yarısına kadarki dönemde İstanbul’da oyuncak diye ıvır zıvır satılırdı. Biz tür ailelerin çocuklarını pek sarmazdı. Çoğunlukla uydurma Eyüp oyuncakları, taş ve kursak bebekler, kuş kafesleri, içleri saman dolu ayılar, maymunlar, çabuk kırılan tahta veya tenekeden arabalar filan vardı.
Kırılınca da çoğu ya el keser veya kıymık batardı. Ancak Beyoğlu’nda Karlman Pasajı’nda, Japon mağazasında Bazar Dö Lövanda ve daha bir kaç mağaza pahalı Avrupa oyuncakları bulunurdu. Ama onlar da şimdikiler gibi, değildi çabucak kırılır, bozulurdu. Avrupa oyuncakları arasında kurşun askerler pek makbulümüzdü ve uzun zaman oynanabilirdi. Büyüklerimizin İstanbul’dan İzmir’e dönüşlerinde veya misafir gelen akrabalar arardı, Avrupa oyuncaklarından getirirlerdi.
İzmir’de oyuncak türleri daha da ilkeldi. Biz daha ziyade boş kutulardan, çerden çöpten malzemeyle oyuncaklarımızı kendimiz yapar, o uyduruk şeylerle çılgınlar gibi oynardık. Halide Edib’in Sinekli Bakkalı’nda okuduğum bazı pasajları sanki yaşamışım gibi gelmişti bana.
Biz oyuncak devrini pek yaşamadık. En büyük oyalanmamız alt üst edilen iskemlelerle tren yapmak, kapı kaçağı, boş kutular, ip iplik, her nesne ile bir oyun icat etmekti. Bazen gömme dolaplar mağara, karyola altlan siper olurdu. Ne de güzel eğlenirdik. Aslolan mutlu bir ortamda eldekiyle yetinip oyalanmaktı. Bizim nesil bu sınavı başarıyla vermişti.
Bayram Bahşişleri
Bayramlarda bahşişler ve hediyeler ayrı anlamda ihsanlardı. Üst baş hediyeleri, oyuncaklar filan aranırsa da aklımız bahşişlerdeydi. Bahşişler bayramların müteradifi (sinonimi) idi. Biz evlendikten sonra bile babamız gelinlerine, bizlere bayram bahşişlerini sürdürmüştü. Nedense bahşişler ve hediyeler daha ziyade Şeker Bayramlarının ihsanıydı. Diyebilirim ki, çocuklar ve ele bakanlar için bahşişler Şeker Bayramını renklendiren adetlerdendi.
Bahşiş paraları aile büyüklerince bayramlardan bir kaç gün önce bozdurulur, hazırlanır ve çoğunlukla da yatak odalarındaki konsolların çekmecesine yerleştirildi. Bahşiş paralarının çil para olmasına özen gösterilirdi. Bahşişler çoğunlukla bir veya bir kaç tane 25 kuruşluk, bazen de bir kaç tane 10 kuruşluktan oluşurdu. Daha eskilerde pek küçüklere 5 kuruşluklardan da verildiği olurdu. Yirmi beş kuruşlar beyaz ve kocamandı, onlara dana gözü denilirdi ve pek makbuldü. İlkokula başladığımda leyli idim ve haftalık harçlığım 25 kuruştu. Beş ve on kuruşlar ise sarıydı ve hepsi otuzlu yılların içlerine kadar eski yazılıydı. Bayram bahşişlerinde bir liralık kağıt paralar, yeşil renkli çiftçi pek büyümüşlere verilirdi. Daha evvelleri mor liralıkları da hatırlarım.
Varlıklı aileler ve bazı eli açık büyükler evlatlara ve torunlara gümüş kuruşlar, çeyrek yarım ve altın liralar verdikleri de olurdu (babamın gelinlerine verdiği gibi). Daha sonraları, otuzlu yılların ilerlemesiyle yeni yazılı gümüş liralar, elli kuruşlar, yirmi beşlik çeyrekler çıkmıştı da bahşişler biraz daha tatlanmıştı.
Aile içi bahşişlerden başka değişmez bahşiş aboneleri vardı. Evde çalışan ahçı, dadı, ortalıkçı, evlatlık, bahçıvan gibi yardımcılardan başka mahalle bekçisi, çöpçü, davulcu, postacı, varsa mahalle sakası, bakkalın çırağı da bayramlaşır ve bahşişlerini alırlardı, ilerleyen senelerde bahşiş tarifeleri de değişiyordu. Arifeden evvelki günlerde büyüklerin o bayram kimlere ne vereceklerini gizlice aralarında konuşurlarken kulak kabartıp bir şeyler duymaya gayret sarfederdik. Sonra bu kırıntı bilgileri etrafa sır gibi yayardık.
Ailede bazı dayılar, amcalar veya ağabeylerin bahşişlerindeki cömertlikleri meşhurdu. Onları dört gözle beklerdik. Bazıları ise pek nekes olurlardı. Tatlı dil veya öpücüklerle sıyrılırlar veya hay Allah, yanıma bozukluk kesemi almamışım diye kıtır atıp geçiştirirlerdi. Biz de onların şapkalarım, bastonlarını ya da galoşlarını zor bulunan yerlere sokuştururduk ve ortalıkta saf saf dolanır, araştırmaya yardım ederdik.
İkram
Bayram ziyaretleri sıradan ziyaretlerden değildi. Bunlar kurallar içinde yapılırdı. Şüphesiz bayram ikramları da değişmez kalıpların içindeydi. Usülen kahveden sonra şeker tepsisi dolaştınlırdı. Hacı Bekir’in renk renk akide şekerleri, pırıl pırıl badem şekerleri, lülemsi burkulmuş nane şekerleri güllü, sakızlı, kaymaklı, cevizli lokumlar şeker tepsisini süslerdi. Derken tatlı tepsisi gelirdi. Reçel koyusu renk renk tatlılar ve macunlar Beykoz işi özel kaseciklerde sıra sıra dizilerek pek iştahıaver olurdu.
Zümrüt yeşili ceviz tatlısı. kar beyazı sakız tatlısı, mis gibi kokan kıpkırmızı vişne tatlısı ve yeşil yada lüle lüle kıvrılmış turunç tatlısı başlıca çeşitlerdi. Tepsi tutulan misafir kaşık bardağından çıkartacağı kaşıkla seçtiği tatlıyı alır zarif bir hareketle ağzına atar ve kaşığı içinde su olan diğer kaşık bardağına bırakırdı.
Ve sonra tatlıyı methederdi. Ev sahibinin uzun ısrarı ile diğer bir ikisinden de aynı usûlle ve ayrı kaşıklarla ve nazlanaraktan tadılır ellerinize sağlık diye methedilirdi. Ben daha ziyade şeker tepsisinin peşinden dolaştığımı hatırlarım. İzmir’deki bayramlarımız da Ali Galip şekerleri ile süslenirdi.
Arife Hamamları
Beşiktaş Akaretler’deki evimizin alt katında büyük bir çamaşırlık vardı. Pek güzel kızardı ve hamam olarak da kullanılırdı. Fakat, bazen de yokuşun karşısındaki bir zamanların ünlü Sultan hamamına gidilirdi. Bilhassa bayram arifelerinde evdeki hanımlar, bazen komşu teyzelerle, bohçalar koltuklarda, evlatlık kızların ellerinde yemek sepetleri ile hamam sefası için yola koyulurdu. O sıralarda pek çelimsiz ve ufak tefek olduğumdan beni de kadınlar hamamına alırlardı. Şimdi o sahneleri gözlerimin önünden geçiriyorum da ortalıkta cıbıl cıbıl, yan çıplak hanımların dolaştığını ne güzel hatırlıyorum.
Bir kaç kez götürüldüğüm hamamda, hamamcı teyzenin beni iyice şartlandırırken kese ile sırtımı yaktığını, gözlerime sabun kaçtığını, donumu çıkartmayınca da azarlandığımı hatırlarım. Sonralarda da gördüğüm gibi, hamamda kafesle ayrılmış bölmeler vardı. Bir seferinde yan bölmeden çok sıska ve Arap gibi esmer bir hanım beni göstererek teyzeme oldu olacak babasını da getirseydin bari demişti de ben tez davranıp babam İzmir’de, gelemezdi diye seslenmiştim.
Hamamı bir kahkaha almıştı ve beni elden ele dolaştırmışlardı. Pek eğlenmiştim o sefer neden olduğunu bilmeden. Ama babamı o kara hanımın neden sorduğunu anlamamıştım. O sırada İzmir’de olan annem geldiğinde lafım da etmemiştim. Hamam alemleri sinema şeridi gibi gözlerimin önünden seğirtiyor. Şimdi o günleri Osmanlı’dan Cumhuriyete geçiş günleri olarak anmaktayım.
Basında Bayram
Şeker Bayramlarının havası gazeteleri ve mecmuaları da sarmış olurdu. Bayramlaşma haberleri, mahya fotoğraflan, tren ve vapur tarifelerindeki değişiklikler, özel spor turnuvaları gazetelerin sermayesi olurdu. Tabii Cemal Nadir’in, Ramiz’in, Ratip Tahir’in, Hulusi’nin karikatürleri de gazetelere renk katardı. Hele Akbaba’daki karikatürler bir başka olurdu. Sokakta yürüyen iki kişiden biri ileride giden hanımın dudaklanndaki ruja teşbihen canlı şekerlerin kırmızısı da bir başka oluyor azizim gibi Cemal Nadir’in karikatürlerindeki esprilerini mahcup olaraktan okurdum.
Ve de Akbaba’nın bayram ziyareti hikayeleri, tuhaf tuhaf maceraları nasıl da kapışılarak okunurdu. Bayram şekeri kutularının elden ele, evden eve dolaşması ve sonunda amcasına götürdüğü kutunun Şehmuzlar’ın Ali Bey’den çıka gelmesi gibi hikayeleri hatırlarım.
Okullarımızda, evlerimizde olduğu gibi basında da ramazandan sonra gelen bayramın ismi Şeker Bayramı idi. Cami mahyalarında iki minare arasında aydınlatılmış yazılar Şeker Bayramınız Kutlu Olsun şeklindeydi. Sonraları, bu anıların dışındaki yıllarda, galiba altmışlardan sonra, bayramın ismi değişti ve Ramazan Bayramı oldu. Basın da tümüyle bu değişikliğe uydu. Seneler senesi Şeker Bayramı diye adlandırılan bayram Ramazan Bayramı oldu ve şekerli bayram esprileri de artık karikatürlerde ve mizah yazılarında görülmez oldu.
Ne güzeldi o bayram günleri;
Ziyaretleri gezmeleri ile, hediyeleri, hikayeleri ile,
dolu dolu sevgi ile.
Yazık oldu o koca bayramlara.
Bir avuç anı, iki satır yazı, hepsi bu.
Beraber götürene kadar, geriye kalanlar.
Davetler
Milletlerin yaşamlarında zarif ve tatlı günlerle dolu bazı devreler vardır. Fransızlar’ın La belle epoque”lan, Amerikalılar’ın good old days dedikleri dönemler gibi. Bunlar son asrın ilk çeyreğinde yaşanmıştır. Amerika’nın Louisiana’daki o tatlı hayatı ise daha evvellere uzanır. Berlin’in, Viyana’nın da dillere destan dönemleri vardı asrın başlarında. Hep anlatılır, hâlâ babam derdi diye ballandıra ballandıra veya iç çekerekten, ya da hayretle göz açaraktan bunlar dile getirilir, filimlere konu olur.
Ülkemizde de sessiz sakin, fan fansız bir La belle epoque yaşanmıştır. Bu yaşantının uzantısı, uzak olmayan günlerde bizlerin de hayatlarının bir parçası olarak sürüp gelmiştir. Huzurlu, mutlu, sıcak, arkadaş canlı, saygı ve sevgi dolu o günlerin biteceklerini, uçup gideceklerini, hayal olacaklarını, anılarda kalacaklarını, böyle yazılara geçeceklerini bilmeden, takdir etmeden yaşamıştık daha düne kadar gazinolarda, pikniklerde, yolculuklarda, vapur salonlarında ve evlerdeki o güzel toplantılarda, yemekli davetlerde.
Geçen gün kızgın kızgın laflıyordu Müjdat. Toplantılarda, davetlerde, sözüm ona ziyafetlerde tad kalmadı. Evine çağırıyor, solununu açıyor, ya da bahçesine buyur ediyor yemeğe, sonra lokanta yemeği yiyorsun orada. Gelsin evlere hazır yemek servisi. Adı da var katering diye. Yemeğe giderken de ellerde birer paket hediye! O da ne oluyor, nedir o hediyeler, ne alacaksın, küçük mü büyük mü? Kimisi süzülerekten masanın üzerine bırakır hediyesini, kimisi de burnuna sokarcasma toka eder eline. Eskiden böylemi olurdu bu yemekler. Bir usülü adabı vardı davetlerin. Elin değerse bir yazıver şu eski yemekleri diye bu yazıyı sipariş ederken bam telime bastığını da bilmiyordu Müjdat.
Akşam üstüydü, sene 1929 veya 1930 olmalı, dondurmacı Hafız’ın arabası geçiyordu. Çıngırak sesinden belliydi Hafız olduğu. Annemin gözlerinin içine doğru bakmıştım. Olmaz dedi, karnını şişirme, akşam Ethem Beyler’e davetliyiz kalabalık da olacakmış. Rahime teyzen hindi dolması yapmış diye duydum. Yemezsen hem ayıp, hem de yazık olur. Bu gibi muhayyel konuşmalar defalarca geçmiştir ve ben de çocuklarıma bunları söylemişimdir.
Evlerde tertiplenen yemekli toplantılarda hanımları tarafından bin bir emekle yapılan o yemeklerin daha davete gitmeden evvel lafı edilirdi. Telat Beyler’in ahçısınm marifetleri bilinirdi. Sanverler’den Vedide hanımın haşmetli tavuklu böreği, Ali Halimler’in içi havuçlu yumurtalı koca bir nuadan rostosu, Sadi Beyler’de Seniye teyzenin elinden çıkmış sayısız marifetleri arasında meşhur olanları daha kapıyı çalmadan hayalleri süslerdi. Hele hele Napolyon soslu pasta makarnası çok şöhretliydi. Ya Münir amcaların ahçısının marifetleri, balıklarıyla, tatlılarıyla dillere destandı. Çipuranın yanına verdiği taratorun tadı ve kıvamı başkaydı. Davetlerden sonra, sunulan yeniliklerin reçeteleri alınmadan da edilemezdi.
Eski davetlerde ayakta kokteyl ile karşılanıp sonra yemeğe buyur etmek tertibi yoktu. Davetliler oturma odasına alınır ve kahve tepsisi dolaştınlırdı. Hoş beş ile ısındıktan sonra sofraya buyur edilirdi. Sofra mezeler ve salatalarla donatılmış olurdu. Davetli adedi çok olduğunda açık büfe ikramı da yapılırdı ama o ikramın da ayn bir adabı vardı. İçki şişesi çok kere elden ele dolaşır, bazen de birisi şişeye sahip olur ve kadehleri doldururdu.
Ana yemek daima et idi. Etle beraber pilav da sofraya gelirdi, yemek tertibi mevsimine göre ve ev sahiplerinin ilhamlarına göre sıcak sebzelerden, dolmalardan, zeytin yağlılar ve böreklerden oluşurdu. Genelde dört veya beş çeşit ikram edilirdi. Sonra tatlılar ve meyveler gelirdi. Bütün bunlar evin mutfağından çıkardı. Ancak, tatlıların ve mezelerin bazı türleri ev imkanlarına uymadığın da ve özellikleri nedenleriyle dışardan alındığı da olurdu.
Et yemeklerinin büyük bir seçeneği vardı. Kuzu kızartması, kol sarması, hindi dolması, kaz kızartması, av etleri, rosto çeşitleri gibi. Ev sahibesi maharetine, imkanlarına ve mevsimine göre tercihini yapardı. Pilavlarda ve böreklerde de büyük maharet vardı. Çok sevilen iç pilavları, sulinezli ve midyeli olanları, patlıcanlı pilavlar, tabiri ile altın sarısı zerdeli pilavları yapan hanımlar veya ahçıları bilinirdi.
Ahçılann odaya çağrılıp teşekkür edildiği de olurdu. Sebze yemeklerinde de epeyce beceri isteyen çeşitler vardı. Telat Beyler’in ahçısının pasta kalıbına dizilmiş tavuklu bamyaları, tepe taklak İstanbul enginarları (bir zamanlar İzmir’de şimdiki enginarlar yetişmezdi) sakız gibi uzayan beyendiler daha neler neler, yendikçe adeta her lokmasında methü sena edilirdi. Hele o börekler! Vedide teyzenin tavuklu, mantarlı beşamelli böreği, Münir Beyler’de Yümniye teyzenin patlıcanlı böreği pek meşhurdu.
Deniz mahsûllerinde de Yümniye hanımlardaki levrek mayonez koca tabağa boylu boyunca başı ile, kanatları ile, kuyruğu ile uzanır, tabak da sofranın üstüne, şömendötablin tam ortasına kurulurdu. Mücahit Beyler’de Serap’ın beşamelli körili tavuğu, bizim evde Gülen’in deniz kabuklarında sunulan fırınlanmış ıstakozlu deniz mahsûlleri tabağı her defasında ağızlara tat katardı. Sadi ağabeylerde (İplikçi) kağıtta pastırma ne kadar meşhur olmuşsa Ümit Sanverler’de Behice’nin pastırmalı fasülyesi de o derece nam salmıştı.
Kardeşim Celasi’nin de yemekli misafir ağırlaması dillere destan olmuştu. Masume’nin kağıtta mantarlı, şaraplı lagosu veya levreği bir sanat eseridir. Onlar da bu tantanayı hâlâ sürdürenlerdendir. Telat Beyler’in mutfağının bir meşhur yemeği de Telat Bey’in reçetesini Rusya’dan getirdiği borç çorbası”dır. Aslında etli sebze çorbasından ibaret olan borç pek çok değişikliğe uğramıştır. Telat Bey’inki en meşhurlarındandı. Jerfi Yener’in kayınvalidesi Mesude Üzümcü’nün de Çerkez Tavuğu ve kalamar dolması ün salmış davet yemeklerindendi. Karşıyaka hanımlarının daha ne mutfak marifetleri, misafir ağırlamaları vardır ki hepsi dillere destan, ağızlara cennet taamıdır.
Daha otuzların başlarında, İstanbul’da Teşvikiye’nin yan sokaklarının birinde Emin Efendi (sonraları Bey denildi) evlere yemek servisini ilk başlatan kişi olmuştur. Akaretler’de bize ve komşularımıza aile boyu sefer taslarında yemek getirirlerdi. Bize ve komşularımıza Emin Bey’in aile mutfağı bu hizmeti uzun seneler sürdürmüştür. Evde pehriz ve kapris yemeklerinden başkası pişmez olmuştu. Ender de olsa anneannemin ve teyzelerimin eşi dostu yemeğe çağırdığı olurdu. Meselâ bayramlarda, nişanlardan ve nikahlar dan sonra, tam açılmış uzun sofranın etrafı neşe ile dolardı.
Bu davetlerde, toplantılarda. Emin Efendi’nin her günkü listesinde bulunan alaturka mutfağının yaklaşık yirmi çeşit ev yemeği nefasetindeki yemeklerini ikram etmek akla gelmezdi. Anneannemin zerdeli pilavı, sebzeli etli Trablus usulü kuskusu, büyükbabam Ziya Bey’in şalgam dolması, tavşan yahnisi, büyük annemin meşhur patlıcan dolması, salataların, mezelerin (ordövr denmezdi onlara) çeşitleri ile sofra donanır, ustalıkla etler kesilir, Bomonti biraları doldurulur, kurgulu gramofonda Alman operetleri, Viyana valsleri, bazen de Hafız Burhan dinlenirdi.
Büyükbabam, karanfilli, tarçınlı ev yapması vişne likörlerinden ikram ederdi. Çok kere anneannem de sandığındaki deposundan çıkarttığı oyalı mendilleri hikayelerini anlataraktan gençlere armağan ederdi. Ailenin kızı Zafer de mis gibi kokan kolonyaları ellere damlatırdı. Bunlar, Beşiktaş’ta emekli ve hizmet-i vataniye maaşı ile geçinen bir ailenin yaşantısıydı.
Hele bir zamanlar, vapurla yolculuk devirlerinde İstanbul’dan İzmir’e gelenler Yedikule marulu, Kartal enginarı, ince uzun sepetlerde Amavutköy çilekleri getirirlerdi, bin bir zahmet ile. Bu İstanbul mahsûlleri böyle bir davete denk geldiğinde, bunların ikramları için de marifetler ortaya dökülürdü. Misafirler hanımların çabalarını ve bütün bu marifetlerini teker teker tatlı sözlerle, hatta şiirlerle methederlerdi. Tabii, hanımlar mahçup olsalar da, bu metihleri beklerlerdi, bu onların hakkıydı.
Kimin iç pilavı meşhursa, hangi evin patlıcan dolması veya enginarı namlı ise, sunulan yemekler o en meşhurlarla kıyaslanır ondan da iyi olmuş diye öğütülürdü. İstanbul’dan gelenler arasında demet demet çirozlar, kumlara boy boy istif edilmiş uskumru dolmaları, balık pazarının midye dolmaları filan da ev yemekleri yanında sofraların sürprizleri olurdu.
Bunlar zenginlik işareti değildi, sadece misafir ağırlamanın adabındandı. Çeyizlere sofra örtüleri de konurdu, varlığa göre bir veya bir kaç boy olurdu. Davetlerde o örtüler örtülürdü. Çoğunlukla keten olan, işlemeli göz nuru dökülmüş nakışlarla bezenmiş örgülerin ortasına bir de şömendötabl (ehemin de table) serilirdi. Şömendötabl üzerine nehaleler konur, iki ucuna da kollu şamdanlar yerleştirilirdi.
Sofra çifte tabaklı, çifter çatallı bıçaklı, boy boy bardaklı olarak döşenirdi. Örtüler kirlenmesin diye çatalların altına şimdilerde olmayan çatallık köprücükleri konurdu. Bütün bu tantana varlığa ve aile geleneğine göre azalabilirdi ve hiç de ayıp olmazdı. Kalabalığa göre sofralar uzar, bazan eklemeler yapılırdı, tabii örtü boyları bunu belirlerdi. Zira, ekleme örtü olmazdı. Eklenemezse veya odaya sığmaz ise iki sofra kurulduğu da olurdu.
Yaz aylan sofralar, taşlıklara, çardaklara, teraslara veya bahçeler kurulur, konu komşu da pencerelerden parmaklıklardan merakla izlerlerdi ve hiç de ayıp sayılmazdı. Bahçe sofraları Karşıyaka ve Göztepe davetlerinde, gök kubbe altında pek neşeli geçerdi. Bahçe davetlerinde, komşuların muhtemel seyirleri dikkate alınarak kadehler daha bir ölçülü kaldırılır, kahkahalar da daha bir örtülü olurdu.
Evin hanımları, kızları, evde çalışanlar, yemekler ortaya gelirken sofranın etrafında pervane olurlardı. Her türlü tabaklar ve çatallar ve kullanılmışsa bıçaklar da değiştirildi, ikişer tabak kullanıldıktan başka yenileri de dolaştırılırdı. Yemek boyunca mutfaklarda yıkama hizmeti sürer giderdi. Kırksekiz tabaklı takımlar az gelirdi çok kereler.
Sofra konuşmalarının önemli bir bölümü muhakkak sunulan yemeklere ayrılırdı. Bu esasen kendiliğinden oluşurdu. Yemeğin hazırlanmasındaki görünmeyen incelikler ve özellikler dile gelir, takdir, hayret ve tebrik sözleri dillerde dolaşırdı. Hazırlanırken, bazan bir yemeğin başından geçen ve ucuz atlatılan bir kazayı ev sahibesi sıkılaraktan ama heyecanlı heyecanlı anlatır, vah vahlar, geçmiş olsunlarla beraber kadehler kaldırılırdı.
Reçete teatileri, tarifler, nüanslar ve kıyaslamalar her sofra sohbetini süslerdi. Hele ikram edilen esas yemeğin ana malzemesinin temininde sofradakilerden birinin emeği geçmişse ev sahibi bunu ballandıra ballandıra anlatılırr ve adeta bu sofra onun sayesinde donanmış gibi pohpohlanırdı.
Teşekkürlerde bir içtenlik vardı. Her kelime, her hareket bir görgü kuralı ile bezenmişti. Yemeklerin veya mezelerin birinde bir hata var ise bu hatayı fark eden kimse, bu belirlemesini ilmi bir tartışma açarcasına açıklardı. Buna iştirakler olur veya o haliyle o yemeğin değişik fakat hoş bir taamı olduğu da belirtilebilirdi. Alınmak yoktu, çünkü tartışma veya gözlem bir sanat eleştirisi gibi algılanırdı.
Yok oldu gitti bu davet kuralları, adabı, ananeleri, bu sofra sefaları ve konuşmaları. Bunlar daha dünlere kadar yürütülüyordu. Benim gibi bu çabayı sürdürenler hâlâ yok değil, duyuyorum, evlerine gidiyorum. Ama pek çok ev sahibi bu çabaları külfet telakki etmekte. Yemekler dışarıdan katering (cater, catering) denilen evlere servis firmalarından geliyor. Hatta tabakları, çatalları ve bardakları ve de örtüleri ile.
Dostumuzun evi büyük. 30 kişiyi 40 kişiyi ağırlıyor bu sistemle. Dostumuzun bahçesi büyük 50 kişiyi 70 kişiyi ağırlıyor hazır yemekle, katering servisi ile. Neden bir gazino kanadını, bir kulübün bir salonunu veya bir boite kapatmaz. Davetten murad, davetlilerin karnını doyurmak anlamına gelmektedir bu şekildeki ikramlarla. Davet sofranın, odanın, mutfağın kapasitesi ile sınırlandırılmalı ve davette ev sahibinin mutfağının mahareti ve emeği sofrayı süslemelidir diye inanmaktayız hâlâ.
Bir de, yemeklere, davetlere eli boş gitmemek diye çıkartılan bir moda var ki, originini bulmak mümkün olmadı. Eskiden de dolu elle gidildiği olurdu, fakat bu şimdiki gibi porselen çanak, sepetli çiçek, vazo, veya bir resim çerçevesi olmazdı. Bahçesinin mutena güllerinden küçük bir buket, İstanbul’dan hediye gelmiş çileklerden bir kase, veya kilerdeki eski şaraplardan bir şişe gibi kişiliği ve nedeni olan bir nesneydi beraber getirilen. Bunlar bir köşeye bırakılmazdı, anlamı belirtilerekten sunulurdu ve konuşması yapılırdı.
Görgü kuralları kitabına bakarsak, yemek davetlerine giderken çiçek götürmek bile yasaklanmaktadır. Çiçek o sıkışıklık anında ev hanımına bir külfet yüklemektedir, paketinin açılması, uygun vazonun seçilmesi, vazonun yerleştirilmesi, ambalajının atılması, vazonun doldurulması ve uygun bir masa bulup yerleştirilmesi, bütün bunlar yeni gelenlere de koşuşturulması arasında, gerçek bir külfettir ev sahibesine.
Eski Türk yaşamında diş kirası diye bir uygulama vardır. Davet sahibi davetine icabet edilmekle onurlandırıldığı için davetlilerine giderken kapı dibinde birer hediye verirdi ki buna diş kirası denilirdi. Diş kirası saraylardaki altın kesesinden, konaklardaki çil para keselerine, gümüş mecidiyelere, Beşiktaş’ta anneannemin evindeki oyalı mendillere. Telat Bey’in sunduğu kravatlara, çil gümüş liralara, benim minyatür kokularıma, mendilerime. kadar sıralanabilir ve hâlâ da yapanlar vardır.
Bakabildiğim kadar geriye baktığımda ve daha evvelini aradığımda muhayyelem bir yerde duruyor, sonra bir boşluk. Bu boşluk romanlarda da, öykülerde de, yazıla gelmiş anılarda da var. Bizim “La belle époque” umuz yeni Türkiye ile yirmiler dönerken parlıyor, otuzlarda ışık saçıyor, kırklarda da yanıyor, sonra sürdüğü kadar gidiyor ve sonra hâlâ sürdürenler görünüyor.
Politikanın konu edilmediği, iktisadi tartışmaların olağan olmadığı, yeni gazinoların parmakla sayılı olduğu, gece kulüplerinin pek tanınmadığı o devirin insanları sofra etrafında toplanırlardı. Avrupai adap ve kuralları Türk ananeleri ve birliştiren sofra hayatı, zerafet, sevgi ve saygı ile bezenmişti. Toplantılarda sade fakat şık giyinme, nükteden ve anlamlı konuşma ve de gastronominin inceliklerine inmek değişmez niteliklerdi.
Gastronomi sofralardan taşar İzmir’de dolaşır, İstanbullara kadar uzanırdı. Devrin meşhur mutfakları herkesçe bilinirdi. İzmir vapurunda Aziz Kaptanın (Derya) sunduğu içi dondurma doldurulmuş kavunu, pilavın üzerine adeta kanat germiş gibi döşenmiş bıldırcınları. Ada’da Splendid’in ahçısı meşhur Todori’nin patlıcan ve biber dolması. Beyoğlu’nda Abdullah Efendi’nin kağıtta buğulama barbunya balığı, balık pazarında Pandelli’nin portakallı keşkülü, yalancı dolması ve mezeleri, Sirkeci’de Konyalının kıvırcık kuzu tandırı ve daha pek çoğu davetlerde hatırlanır, hanımlar özenir ve pek de başarılı olurlardı. Sunulan yeni yemekler repertuara alınan eserler gibi tartışılır, uzun bir süre lafı edilir, namı etrafa duyurulurdu.
Dünyanın üç büyük mutfağından biri olan Osmanlı – Türk mutfağını yaşatmanın bir yolu da davetlerde hanımlarımızın becerilerinden geçecektir diye düşünmek güzel olmazını, hele bütün bu yemekler literatüre de geçmişse ve ciltlerce tarifname de olduktan sonra! Günlük hayatın girdabı fast foodla gideriliyorsa, ziyafetlerimizi, davetlerimizi, anma günlerimizi ve düğün yemeklerimizi, hanımlarımızın, ev ahçılarımızın, ustalarımızın marifetleri ile süslemek niyet edilse çok mu zor olur?
Yirmili, otuzlu senelerde ve bazı yörelerde kırkların bir bölümünü de kaplayan yıllarda ev toplanması gibi mesirelerde ve piknik yerlerinde toplanmak da yaygındı. Baharlarda, yazın başlarında İzmir‘de ve İstanbul’da kalabalık aile topluluklarına yakın dostların da katıldığı büyük piknikleri çok tatlı anılar olarak hatırlarım.
Piknikler özel bahçelerde, çiftliklerde olduğu gibi belirli bazı koruluklarda, sahillerde, çardak altında veya mesire yerlerinde yapılırdı. Pikniklerde hizmet ve yemekler ailelerce bölüşülürdü. Gene hanımların marifetleri odaya dökülürdü. Pikniklerin değişmez yiyecekleri olan kuru köfte, lahana sarması, sigara böreği, tepsi böreği, lop yumurta, salata, saray yemekleri gibi, ya yer sofralarına, veya bazı mesire yerlerinde ve ev bahçelerinde olduğu gibi masalara serilirdi. Çok basit görünen bu kuru köftelerine çok çeşitleri vardı; kimyonlusu, biberlisi, sucuklusu, yuvarlağı, ince uzun daha ne çeşitleri. Hele sigara börekleri, içlerindeki peynirleri, kıymaları, sarılmaları, yerken çıtırdamaları, içlerindeki dere otlarının belirsizliği ustalığın ayrıntılarıydı.
Neler anlatılmaz o devrin piknikleri ve bahçe toplantıları için, Kurgulu, boru hoparlörlü gramofonlar, küçük fıçılardan sunulan Bomonti biraları ve de çok kere toplantı atraksiyonu olan kuzu çevirmeleri. Kuzuyu erkek ahçısı olanlar üstlendiği gibi meraklı beyler de altından kalkardı. Kuzu evlerde hazırlanır, kazığı geçirilir, iki başa geçecek çatallar yapılır, kömür kovası ile beraber bir faytonla mesire yerine yollanirdi.
Tabi varsa ahçıbaşı veya beyin görevlendireceği kimse, tepsileri, bıçakları, bezleri, takım ve taklavatı ile faytona kurulurdu. Daha uzak yerlere kuzu ve teşkilatı tek atlı araba ile de gönderilirdi. Davetliler piknik yerine varmadan kuzunun yerine yerleşmesi şarttı, Bu pikniğin raconundandı.
Buzlar uzun kalıplarla çok kere bir leğen içinde gelirdi. Üzerine şişeler sıralanır ve havlularla örtülürdü. Şişelerin bir kısmı limonatalar, vişne şerbetleri, maden suları ve su şişelerinden oluşurdu. Bira soğutulmuş ve üzeri çuvalla sarılmış fıçılarla gelirdi. Yemeklerin tadılması, dağıtılması, elinize sağlıklar, plakların seçilmesi ve gramofonun çalınması, kuzunun etrafında dolaşmalar, kuzunun bölünmesi, tepsilerde ayrılması, afiyetle yenilmesi, kadehlerin kaldırılması, beceriklilerin fıçıdan bardakları doldurması, konuşmalar, kahkahalar hepsi incelikli zerafet, görgü ve bir kültür birikimini içerirdi, cateriginli bahçe toplantılarının olmadığı o devirlerde.
İÇKİ KADEHLERİ BİLE BAŞKAYDI
Kuşadası’nda Tusan’ın bahçeye bakan bir salonundayız. Köşede birde bar var. Yaşları elliyi geçmiş görünen bir Alman çift yan masada oturuyor. Hizmet gören şalvarlı, cepkenli oryantal kılıklı kıza işaret veriyor. Kız geliyor, konuşuyorlar, belli ki anlaşamıyorlar. Barmen geliyor, uzun tarifler sonunda sipariş alınıyor. Barın arkasındaki git gellerden özel bir içki hazırlandığını tahmin ediyorum. Alman işaret ediyor ve parmakları ile tarifler yapıyor. Barmen çeşitli bardaklar, kadehler gösteriyor, adam ne yapalım, koy gitsin dercesine baş sallıyor.
İçkiler geliyor. Biri uzun bardakta sarımsı bir içki hanıma, ayaklı yayvan kadehte ve kırmızı olanı da adama sunuluyor. Yudumluyorlar, evet tadı tamam olmalı, fakat adam dalgın, belli bir eksiklik var. O sırada hanım kızımız bir başka masaya hizmet ediyor. Tepsisinde kısa ayaklı yarım flu bir kadeh var. Alman yerinden doğrulup kıza tepsideki kadehi gösteriyor ve o kadehten istiyor.
Barmen adamın içkisinin kadehini değiştiriyor. Adam neşeleniyor, gülüyor, içkisini yudumluyor, eli ile barmen okey işareti çekiyor. İçki aynı içki, fakat adam o kadehi arıyordu. Ne var yani demeyiniz dostlarım.
Bir içki-o içki-o gece sivri bardakta içtiğimiz içki hani nar suyu damlatılmıştı, bir yayvan kadehteydi, sizin o eski içkinizden. Her zamanki kadehte olsun lütfen Alman çift içkileri ile mutlu oldular, etrafa reveranslar yaparaktan yemeğe geçtiler. Adam istediği içkiyi istediği kadehte belki bir hatırasını anaraktan yudumlamıştı. Alman misafir alkol almamıştı, o içkisi ile ilişki kurmuştu. İçki kadeh kişi. Bu bir uyum işidir, beceridir. O vakit içkinin tadı başka çıkar, değil mi Alman dostumuz.
Dalmış Alman’ı izlerken barın orta raflarında, aynanın önündeki bir kadehe gözüm takıldı. Düz beyaz 6-7 santimlik bir kadeh, bir iki de çember çizgi vardı üzerinde. O kadehin orada işi ne. Kim ne içer o kadehle şimdilerde. O kadeh o bir zamanlardan kalma olmalıdır. Bir zamanlar, özlem dolu yıllar, şimdi moda deyim ile nostaljik yıllar, yirmili, otuzlu sıcak yıllar. Hep yaşıyorum o yılları, hiç de doyamadım, doyamıyorum.
Yirmili ve otuzlu yıllarda içki de bir başka türlü içilirdi. Viskinin henüz adının geldiği yıllardı. Revaçtaki içki rakıydı. Büyüklerimizin rakıyı içtikleri kadehler barda gözüme takılan kadeh gibiydi. Rakı kadehleri genelde 4-6 santimlik küçük ve 6-8 santimlik büyük boyutlarda olurdu. Üzerleri buzlu veya kesme süslerle bezenilmişti. Çok kere üst kısımlarında dairevi çizgiler bulunurdu.
Hanımlarınkine yüksek gibi kadeh denilirdi. Kadehlere yarıya kadar rakı konulur ve bazen sulandırılırdı. Çok kere erkeklerin kadehleri susuz olurdu. Kadehten yudumlanır üzerine de su alınırdı. Karışım mideden evvel ağızda yapılırdı. Rakının tadı tam alınırdı. Ağıza bulaşır, bir dolaşır sonra yutulur, gözler süzülür, ufalır ve dudaklar aralanır, oh ne de güzeldi demeye sanki, rakı “rakı kadehi” ile içilirdi.
Bu kadehin ismiydi. Biraz daha büyük veya biraz daha küçük olurdu. Limonata bardağı ile sulandırılmış rakı içme adeti kırklı yıllarda geldi yerleşti. Uzun bardaklarda o senelerde limonata içilirdi ve öylece adlandırılırdı o bardaklar.
Rakı içme de kadehten gelen deyimle dillendirilirdi. Tek atma, iki tek atma, ayaküstü yuvarlama, demlenme gibi tabirler kullanılırdı. Sek, duble gibi laflar daha bulaşmamıştı. Rakı kendine has usulünce içilirdi. Meze demlenmenin parçasıydı ve sunuşunda da usûller vardı.
Bizim taraf, İzmir’in bazı semtleri gibi, Ege’nin “garba” açılan penceresiydi. Hanımlı, beyli karışık sosyal hayat kıyafet inkılâbından evvel de yaşanmaktaydı. Bu sosyal yaşam “garp” memleketlerinde imrenilen ve örnek alınan nezih sosyetesinin bilgi ve ölçülerindeydi. Sofralarda hanımlar da kadeh kaldırır, “çin-çin” diyerek yüksek kadehlerinden rakılarını yudumlar ve zarif kahkahalarını atarlardı. Bir başkaydı kubbelerde çınlayan o sesler yirmili otuzlu yıllarda.
DEVAM EDECEK…
İzmir ve Karşıyaka Anıları – Turan MUŞKARA 4.Bölüm
İzmir ve Karşıyaka Anıları – Turan MUŞKARA 3.Bölüm
İzmir ve Karşıyaka Anıları – Turan MUŞKARA 2.Bölüm
İzmir ve Karşıyaka Anıları – Turan MUŞKARA 1.Bölüm
6 yorum
Gözlerim dolu dolu okudum, çünkü ben 1946 doğumlu ama 1954’de ayrılıp İstanbul’a getirilmiş bir Karşıyakalıyım. O gün, bugün hasretini çekerim. Hatıra yazısında adı geçen Muşkara ailesini yaşımın izin verdiği kadarıyla tanırım. Fazıl Bey Sokağı’nda oturduğumuz evin yanındaki evde Tevfik Muşkara, eşi ve çocukları otururdu. İçlerinden Cem Muşkara dünyadaki en eski arkadaşımdır. İzini kaybettim. O evin bahçesinde koca bir Manolya ağacı vardı diye hatırlıyorum. Ayrıca yazıda adı geçen Rahime Postacıoğlu hanımefendi annemin süt annesi, dolayısıyla Bekir Postacıoğlu da süt kardeşidir. Çok duygulandım. Mümkünse beni üye yapın,
Teşekkür ederim.
Merhaba Bülent Bey,
Bizlerde MUŞKARA ailesinin anılarını aktarırken çok etkilendik. Güzel ve temiz yıllarda yaşanmış. Ne mutlu sizlere.
Bizleri sosyal medya hesaplarımızdan da takip edebilirsiniz.
Facebook : facebook.com/karsiyakablog
Twitter : twitter.com/karsiyakablog
İnstagram : instagram.com/karsiyakablog
Selamlar, Sevgiler.
Turan abimin bu hatıralarının hazırlanırken bir kısmını görmüştüm.Müthiş bir hafıza ve detaylar vermiş, Ben o devrin sonlarına denk gelmiştim çok küçüktüm.
Karşıtaka daki evimizden Alsancağa o zamanın en geşişmiş apartmanına taşındığımızda ben 4 yaşındaydım herhalde !
Güzel anılar duygulandım…
Merhabalar,
Bizlerde büyük keyif aldık. Çok güzel ve içten bir anlatım.
Allah rahmet eylesin bu güzel insana.
Thank you for mentioning my dear late uncle, Alp Turksoy, and his father, Enver Bey, who died in 1940. My late mother often spoke of beautiful Karsiyaka.
Hi,
Thanks for your good wishes.
It was a great pleasure for us. Rest in peace.
Love, Greetings.