İzmir ve Karşıyaka Anıları – Turan MUŞKARA 3.Bölüm
Karşıyaka’nın Daimi Su Ve Elektriğe Kavuşması
Karşıyaka’da şebeke suyu yoktu. Yamanlar suyu şebekesi 1936 senesinde tesis edildi. Evlerin bahçelerinde, hatta bodrum katlarında basit tulumbalar vardı. Bazı evlerde ise o devire göre ileri sayılan, emme basma tulumbalar bulunurdu. Bu tulumbalar genellikle çatı aralarındaki depolara da su basardı. Emme basma tulumbaların bazılarının dairevi bir kolu olurdu, çark gibi çevrilirdi.
İskelenin karşısında artezyen suyu diye adlandırılan bir belediye suyu vardı. Oradan doldurulan testiler yakın evlere taşınırdı. Bu beğenilen, lezzetli, bir içecek su idi. Suyu yalınayak omuz sırıklarında veya eşek sırtında taşıyan sakaları da hatırlarım. Artezyen yetmiş metreden çıkıyormuş. Sonraları, 1934’de daimi elektrik gelince, elektrik motorları el tulum balarının yerini almaya başlamıştı.
Duyduklarımdan hatırladığıma göre, belediye cereyanından gayri Karşıyaka’daki Ferah (sonrali ismi Melek) ve Zafer Sinemaları (sonraki ismi Ses) da elektrik üretir ve civar evlere satarlarmış. Ferah Sineması sahilde, Zafer ise çarşıdaydı. Belediye elektriğini yirmili senelerin sonlarından berisini iyice hatırlarım. Gene hatırladığım kadarı ile elektrik santralı Soğukkuyu’da tramvay garajında idi. Belediye elektriği gece onikide kapanır, ertesi gün hava kararınca verilirdi. Evlerde gaz lambaları kullanılırdı. Kışın mektep için erken kalktığımda gaz lambalan ışığında giyinirdim.
Ceryan sık sık kesilirdi. Yüksek ayaklı gaz lambaları, idareler, şamdanlar, kandiller masaları süslerdi. İzmir ceryanının Karşıyaka’ya bağlanmasının 1934 yılında olduğunu tahmin ediyorum. Ceryan sayesinde elektrikli tulumbalar temin edilmiş ve yeni evimize modern banyo yapılmıştı. Çatı katında büyük depolar tesis edilmişti. 1936 da Yamanlar’dan şehir suyu geldikten sonra da bir süre kendi suyumuzu kullanmıştık. Yamanlar suyunu mutfakta ve içmede tercih ederdik. Pek çok ev bu şekilde bir kaç sene idare etti; İzmir suyu Karşıyaka’ya bağlanana kadar.
Karşıyaka da Zelzele Ve Su Basması
Yirmili senelerdeki iki önemli olayı çok iyi hatırlıyorum. Bunlardan biri bütün İzmir’i etkileyen zelzele, diğeri ise Karşıyaka’yı sel basmasıydı. Zelzele gece yarısı olmuştu. Büyük bir sarsıntı ve çatırtı sesleri ile uyanmış ve daha sarsıntı bitmeden kendimi babamın kucağında bulmuştum. Annem de kardeşim Celasin’i kapmıştı. Geceyi saatler saati arka bahçede geçirmiştik. Senesi de 1928 olarak aklımda kalmış. Karşıyaka evleri iyi bir sınav geçirmişti. Çatlaklardan başka fazlaca zarar olmadığını konuşulanlardan ve sonraki yıllarda okuduklarımdan hatırlarım. Bu İzmir’in tarihe geçen en büyük yer sarsıntılarından birisiydi ve devrin mimarisini yenememişti.
Su basması da aynı yıl olmuştu diye anımsıyorum. Kışın bir süre devamlı yağmurlar yağmıştı. Bir sabah kalktığımızda denizin taştığını, yalının su içinde kaldığını görmüştük. Bizim arka bahçe göl olmuştu. Birilerine özenerek bahçıvanlık yapıyordum ve arka bahçeye. kümesin yanına soğan dikmem gözlerimin önündedir. Soğanlar toprağı delmiş uzun uzun filizlenmişti. Onları seyretmekten ve saymaktan çok hoşlanırdım.
Bahçeyi sel basmış denildiğinde arka balkona koşmuştuk. Evet bahçe göl olmuştu. Bahçeye inen merdivenin dibinde, benim soğan tarlam suların altındaydı, soğanlar ise suyun üstünde yüzüyordu. Çok fena olmuşum ki annem bana sıkıcı sarılmıştı. Sonra ahçı bahçeye inmiş, diz boyu suda yürüyerek benim soğanları toplamıştı. O akşam sofrada herkes ballandıra ballandıra soğanlarımı yemişti ama benim boğazıma takılmıştı.
Karşıyaka da İlk Kanalizasyon
1934 olarak hatırlıyorum Tenis Sokağına kanalizasyon döşenmesini. O sokaktaki tenis kortları sebebiyle Fadıl Bey Sokağına Tenis Sokağı da denirdi. Bu ilk kanalizasyon denemesiydi. İzmir’de Frenk mahallesinde (Alsancak-Pasaport arası) kanalizasyon olduğunu duyardık. Yanıp yıkılan İzmir’de açılan sokaklar, atılan temeller eski kanalizasyonlarla karşılaşıyordu. Şimdiki Alsancak muhitindeki bu kanallar denize veriliyormuş. Modern kanalizasyon kanalının Fadıl Bey Sokağına açılması büyük atraksiyon olmuştu. Kanalizasyonun ucu yolu geçip denize uzatılmıştı ama epeyce derinlere. Bunu bilenler bir süre o sokağın karşısındaki alandan denize girmemişti.
Karşıyaka da Develi Anılar
Hâlâ ne kadar yakın görünüyor gözüme. Çamlık’taki evimizin bahçesine gübre getirmişlerdi. O vakitler gübre denilince hayvan gübresi akla gelirdi, başkası yoktu. Gübre (kurumuş tezek) at arabalarında taşınırdı genelde, fakat bu sefer çuvallar içinde koyun gübresi deve sırtında gelmişti. O süslü güzelim bahçemize üç dört deve sallana sallana girmiş, gösterilen yere çökmüşlerdi.
Gübreler Menemen’den geliyordu. Menemen’in meşhur topatan kavunları, testileri ve yoğurdu, at arabaları ya da trenle Karşıyaka’ya veya İzmir’e gönderilirdi. Develer de gübre, saman balyalan, pamuk çuvalları, odun, çalı çırpı, hasır denkleri gibi yükleri hatta göç eşyasını daha otuzların sonlarına kadar taşıyıp durdular. Tabii daha evvelleri üzüm, incir, palamut gibi ürünler de deve yükü imiş. Eski İzmir gravürlerinde ve kitaplarda Cumhuriyete uzanan yıllara kadar İzmir’deki deve hanlarına dair pek çok bilgi edinmekteyiz. Bu hanlar hâlâ devesiz olarak ayaktadır. Hanlara inmeseler de deve kervanları uzun seneler sürdü gitti.
Trenle İzmir’e geçerken yol boyu yanyana giden şosede deve katarlarının eksik olduğu gün yoktu. Yeni Asır’ın 60 Yıl Önce Bugün sütununda 1934 yılına atıfla, Demiryolları İdaresi devecilerin rekabeti karşısında fiyat indiriminde bulunmuş. Üzüm için İzmir’e kadar, Alaşehir’den ton başına 5 lira, Salihli’den 4 lira, Turgutlu’dan da 2 lira alınmaya başlamış. Habere göre bu fiyatlarla devecilerin mal taşımaları artık imkansız olmuşmuş.
Menemen’de ve Karşıyaka Dedebaşın’da yapılan deve güreşleri meşhurdu. Pehlivan develer o pek güzel kilimli, püsküllü süsleri ile geviş getirerekten, çanları öterekten caddelerde gezdirilerek, güreş gününe seyirci toplanırdı. Pehlivan develerin ağızlarından akan köpükler bitip tükenmezdi.
Halk develeri sever sempatik bulurdu. Tabii deve ile Arap’ın çölünün, Arap’la da İslamın ilişkisi daima bir sentez yapmaktaydı ve bu etki de deveye olan sempati için önemliydi. Develerin geviş getirmeleri, sallana sallana yürümeleri, şekilleri, uç uca bağlanıp kervan yapmaları, başlarındaki o eşek ve değişmez bir ritim ile çalan çanları ne de güzelmiş meğerse! Belki o anılarımdandır, eşek horlanan bir yaratık olmamıştır benim için. Geçen yazdı, Aydın yolunda torunum bir deve görmüş pek hayret etmiş. Otomobili durdurmuşlar, şaşkınlıkla seyretmiş, bu ne biçim hayvan böyle diye söylenmiş.
Karşıyaka da Uçurtma Coşkusu ve Karpit Patlatma
Karşıyaka’da yazla baharla beraber uçurtma alemleri başlardı ilk senelerde. Uçurtma anılarımda çok renklidir. Ne yazık ki ben çocuklarıma bu zevki tattıramadım. Zaman tümüyle değişmişti.
Yirmili ve otuzlu senelerin tatlı anılarının biridir uçurtmalar. Karşıyaka bahçeli evler memleketiydi. Bahçelerden gayrı yer yer boş arsalar da vardı. Bu arsalarda ve müsait olan bahçelerde uçurtma uçurtmak büyük bir tutku idi. Uçurtma çok kere ailece uçurtulurdu. Büyükler ve becerikliler uçurtmaları evlerde yaparlardı. İzmirliler uçurtmaya bayrak derlerdi ve genellikle armudi olurdu.
İstanbul’da Galatasaray’ın Ortaköy’deki şubesinde ve Beşiktaş Akaretler’in top sahasında altı köşeli uçurtmalar uçurtulduğunu hatırlarım. Amcazadem Tevfik ağabeyim çok maharetli bir uçurtmacıydı. İnsan boyunda uçurtmalar yapardı. Uçurtmak için İngiliz tımışkısı (İngiliz sicimi) kullanırdı. Uçurtmaya ip salarken parmakları kesilmesin diye meşin eldiven giyerdi. Zamanla ben ve kardeşim Celasin de birer uçurtmacı olup çıktık.
Armudi uçurtmalara (bayrak tabir edilenler) havada çok akrobatik hareketler yaptırırdık, takla attırmalar, daire çizdirmeler, daha ne cambazlıklar yaptırırdık. Uçurtmalar ile mahalle savaşları da ayarlanırdı. Uçurtmayı esir almaca en önemli savaş işlemiydi. Hasım uçurtmacı uçurtmayı tepelerse, yani kendi ipine sararsa, yapılacak tek şey ipe hızla asılıp kurtarabildiğimiz kadar ip kurtarmaktı.
Aşağı mahalledeki bıçkın çocuklar bayrakların kuyruklarına jilet takarlardı. Jiletli kuyrukla uçurtmalarını bizim tarafa pike yaptırırlar farkına varıp bir manevra ile uçurtmayı kurtaramazsak uçurtmanın ipini kuyrukla sıvazlarlar ve çok kere jiletleri ipi keserdi. Boşta kalan uçurtmanın düşeceği yere yetişemezsek, yağma olur giderdi.
Uçurtmanın ipine küçük bir yuvarlak kağıt takılır rüzgarın itmesi ve ipin titreşimi ile kağıdın yükselip gözden kaybolması heyecanla seyredilirdi. O kağıtlara mesajlar ve niyetler yazılırdı. Karşıyaka seması uçurtma ile dolardı. Tabii elektrik tellerine takılanlar da çok kere sonunu yaratırlardı.
Hatırladığım en büyük uçurtma şöleni 1929-32 senelerinde, bahar bayramlarında Galatasaray İlkokulu öğrencisi iken okulca gidilen bahar pikniklerindeydi. Göksu’ya gidildiğini hatırlarım. Uçurtma ile tanışmam o pikniklerde olmuştu. Türk ve Fransız öğretmenler piknikleri yönetirlerdi. Çocuklar, bazı veliler ve hocalarımız çeşitli uçurtmalar uçurturlardı.
İçlerinde kuyruksuz ve sandık gibi olan bir türü bizi hayretler içinde bırakırdı. Aynı tür bir uçurtmayı (onlara karton uçurtma denilirdi) Karşıyaka’da sahilde bir evden uçurulduğunu hatırlarım. O uçurtma gene uçurulmuştu ve içinden ışık çıkıyordu. Uçurtmaya ustalıkla bir fener yerleştirmişlerdi.
Büyük uçurtmalar bazen çok yüksekler uçurulurdu, gözlerimizde benekleşinceye kadar. Çok kere ipleri büyük bir şeyim yapardı. Büyük şeyimli (ileriye doğru geniş bir dairemsi yükseliş) haller korsan uçurtmacıların en büyük ihtisasıydı. Bu şekilde uzun ve şeyimli bir iple yükseklerdeki uçurtmayı avlamak çok zevkli ve kolay olurdu onlar için.
Eski heyecanlardan biri de karpit patlatmaktı. Karpit patlatmanın yazı, kışı yoktu. Karpit patlatmayı bizlere nazaran biraz daha büyük, daha bıçkın, gözü pek çocuklar yapardı. Kaynakçılıkta kullanılan karpit taşlarını toprağa açılmış küçük bir çukurun içine koyarlar ve üzerine bir saksı kapatırlardı.
Saksının etrafını da toprakla sıkıştırırlardı. Hatırladığıma göre saksının deliğinden içeriye su dökerlerdi. Suyun içinde kalan karpitden çıkan metan gazlan saksının içinde birikir ve artan basınç ile saksıyı havan topu patlatır gibi 5-10 metre yükseklere atardı. Çok tehlikeli olan bu oyundan pek çok kazalar olmuştu.
Karşıyaka da Çitlembik ve Sapan
Her devirin çocuğu bir muzurluk icad eder. Biz Karşıyaka veletlerinin çitlembik üflemesi galiba en masum muzurluklarımızdan biriydi. Eskilerde pek çok görünen çitlenbik dağlarda, köylerde, Karşıyaka’nın bazı yollarında bulunan ve nedense tren istasyonları ve tren yollarına dikilmiş bir ağaçtı.
Karşıyaka, Hacı Hüseyinler ve Alaybey istasyonlarında da vardı. Uzaktan bakınca palamut veya küçük yapraklı çınar ağacına benzer. Haşmetlice ve uzun ömürlü bir ağaçtır. Ağacın sert ve yuvarlak çekirdekli bir meyvesi vardı. Meyve denileni de çekirdeğin üzerindeki bir zardan ibaretti. Çitlembikten Turan Fabrikasında, çoğunlukla kızartmalarda kullanılan sıvı bir yağ çıkartılırdı.
Çok sert ve minik bir bilyecik şeklindeki çitlembik çekirdeklerini kargıdan borular ile insanların enselerine, yanaklarına üflerdik. Küçücük çekirdek, nefes hızı ile enseye vurunca zarar vermese de böcek sokmuş gibi kaşındırır ve rahatsız ederdi. Nefesi kuvvetli arkadaşlar (daha ziyade şişman olanlar) epeyce uzaklara üfler ve vurduğu yeri irkitirlerdi.
Çitlembik, stadyumlarda, geçit törenlerinde, sinemalarda insanları arı sokmuş gibi hoplatır, hatta sınıflarda önde oturan çocukların enselerine üflenir ve bu marifetimizle pek eğlenirdik. Çitlembik yüzünden dayak yiyen arkadaşlarımız da olurdu.
Sapan bizim ilkokul yıllarımızda adeta bir silah telakki edilirdi. Pek çok aile çocuklarının sapanla oynamasını, yani sapan kullanmasını yasaklamıştı. Okula cepte sapanla gelmek bıçkınlıktı. Hocalardan saklanan bir cakaydı.
Gerçekte, sapanın bir kaç basit kazadan ve ender olarak da azgın bir çocuğun sapanla hasmına taş atmasından başka muzurluğu duyulmamıştır. Sapan abartılmış bir olaydır. Kuşa atılan taşın ender olarak cama, çerçeveye gelmesi dışında sakameti de yoktu.
Sapan hayıt çatalından yapılırdı. Hayıt çalıları şose ve köy yollan boyunca bulunurdu. Beyaz, pembe, açık eflatun, çiçek açan bir çit bitkisiydi. Bazan ağaç gibi yüksekleri de olurdu. Çiçeğinden Menemenli arıcıların hayıt balı yaptığını, bu balın da uyku verdiğini duyardık. Yazık olmuş hayıtlara, artık görünmez oldular.
Sapan bir çocuğun cakasıydı. Benim de sapanım vardı. Yan cebimden sallanır dururdu. Bizim evde sapan yasağı çıkmamıştı. Ben bahçede, tarlada sapanla nişan atardım. Sapanla kuş vuran da pek seyrek çıkardı. Sonraları kargı üflemek yerine çitlembiği sapanla atar olmuştuk.
Çok daha uzaklara gidiyor ve yakalanmak imkânsızlaşıyordu. İşte bir zamanların silahları böyle çitlembik üfleme kargısı ile hayıt sapanlarıydı ve bunlara karşı ciddi ciddi önlemler alınmıştı.
Karşıyaka da Ne de çok batak yer vardı
Karşıyaka’nın yeşil ovalarında yer yer bataklıklar da vardı. Bunlar genelde vıcık bataklık karekterinde değildi. Bataklık diye adlandırılan düzlüklere ya deniz suyu sızar ve yumuşak toprak oluştururdu ya da karasu denilen zeminden gelen bereketsiz su ile toprak ıslanırdı. Körfezin iki yakasındaki bu çorak ve bataklık sahaların tümü denizden dolgu ve denizin çekilmesi ile elde edilen topraklardı.
Bu yerlerde çeşitli türlerden bataklık bitkisi dediğimiz bitkiler ürerdi. Şimdiki K.S.K. sahasının bulunduğu yerdeki bitkiler on santim kadar büyüyen yapraksız, kıvırcık kıvırcık, uçlan kırmızımsı, dipleri koyu yeşil ve kahveye çalan renkteydi. Bu bitkiler şimdi Tuzla’nın kanal kenarlarında ve Sasalı’da yol kenarındaki drenaj hendeklerinde vardır.
Karşıyaka’nın ve İzmir’in başlıca çürük toprak bataklıklarım körfezi çevreleme sırası ile Sasalı’daki büyük saha (burada av da yapılırdı), Bostanlı’nın ilerisi, Papaz’ın etrafı (şimdiki Bostanlı), Osmanzade’nin (Aksoy) arkasındaki saha, Reşadiye’deki çorak yer (şimdiki K.S.K. sahası), Bayraklı’nın hemen çıkışındaki küçük çoraklık, Salhane’nin gerisinden Bornova’ya kadar uzanan büyük çorak ve batak saha, İnciraltı ve Dalyan bölgeleri yer yer çorak sahalardı. Bütün bu bereketsiz, çorak, batak sahalardan yalnız ileri Bostanlı ile Sasalı etrafında yan çorak arazi kalmıştır.
O devrin bilginleri bataklık sahalara okaliptüs dikilmesini önermekteydi. Tarih olarak da hatırladığıma göre 1935 ile 1940 seneleri arasında büyük bir okaliptüs dikim faaliyeti yaşandı. İlk okaliptüsler Sasalı’ya, Reşadiye’deki çorak yerin arkalarına. Ziraat Fidanlığı bitişiğine deneme olarak koruluk halinde dikildiğini hatırlarım.
Bu ağaçlar süratle gelişince Güzelyalı ve İnciraltı bölgesinde de dikilmişti. Aynı senelerde okaliptüslerin çabuk büyüdükleri dikkate alınarak yol ağaçlandırılmasında da yararlanıldı. İnciraltı, Güzelyalı, Bayraklı, Turan, Alaybey, Sasalı’daki okaliptüsler hâlâ yolları süslemektedir.
Karşıyaka da İlk otomobiller ve dolmuşlar
Çok az otomobil vardı. İlk zamanlar Abbas amcanın (Dr. Abbas Sarı) ve Kazım Bey’in arabalarını hatırlıyorum. Doktor Tahsin’in ağabeyi gene doktor olan Kemal Tahsin’in arabasının da aynı sıralarda yola koyulduğunu hatırlarım. Sonraları Kerestecilerin Raşit’in (Manisalı Raşit, Raşit Özsaruhan) otomobili de yola çıktı.
Kerestecinin oğlu genç Raşit ona mektep çağımızda (Karşıyaka Ortaokulu) ve sonraları hayranlık duyduğumuz delikanlı bir gençti. Hele seneler ilerleyip de Nevister teyzemin kızını kafesleyince dillere destan olmuştu. Konuşmalarda, aslında tam kesinleşmeyen husus, hangisinin hangisini kafeslediği idi. Anlatıldı durdu.
Karşıyaka’da otuzlu senelerin başında bir taksi vardı. Sonraları bunlar üçleşti ve uzun bir süre üç taksi Karşıyaka’ya hizmet verdi. Bir de pek sevilen kapalı araba vardı. Kapalı araba kupa arabası diye tabir edilirdi. Randevu ile evlere hizmet götürürdü.
Dolmuşçuluk ikinci savaş yıllarından sonra İstanbul’da başlayan bir sistemdi. Ancak otuzların başında Karşıyaka’dan Menemen’e çalışan dolmuş kaptı kaçtılar vardı. Bunlar eski model Ford arabalardı ve iskele önünde, artezyenin yanında yolcu toplarlardı.
Karşıyaka’nın Sokak Esnafı, Sarı Araba ve Diğerleri
Yirmili ve otuzlu yılların ilk yansında çarşı, pazar, alışveriş bilgi ve görgümüz Karşıyaka çarşısı ile sınırlanmıştı. Alsancak çarşısı diye birşey yoktu o senelerde. Birazcık Konak’da, Kemeraltı sonra Hisar Camii etrafı, hepsi o kadardı çarşı olaraktan.
Annemle (1930- 35 yıllan arasında olmalı) arada bir ender olaraktan İzmir’e iner, Pasaport’tan paytonla çarşıya giderdik. Eskilerde İzmir’e inmek, Karşıyaka’ya geçmek tabirleri kullanılırdı. Annem arabacıya Odunpazarı diye adres verdiğinde garipserdim.
Oradaki dükkanların çoğu hâlâ yerlerin dedir ve hatıralarla doludur. O senelerde pek çok aile gibi bizim de sıkça denilebilecek İstanbul seyahatlerimiz olurdu. Başlıca üstbaş ihtiyaçlarımız oradan temin edilirdi. O devirde İstanbul’a gitmek seyahate çıkmaktı. Hazırlanması, yola koyulması, helalleşilmesi ile gerçek bir seyahatti.
Alışveriş derken ve anılar dolu yirmli otuzlu yıllar gözümün önünde kayarak seğirtirken Karşıyaka’nın sokak esnafı unutulurmu hiç. Hele bazıları hafızalarımıza adeta yerleşmişlerdir, anılanınızla bütünleşmişlerdir. Sahildeki evimizdeyken (1925-1932) yaz günlerinde akşam üzerleri bir tablekâr tuzlu ve lop yumurta satardı, İki tuzlu bir lop diye de bağırırdı. Tuzlu üzerinde minik kristal gibi tuz tanecikleri bulunan bir tür boş poğaçaydı.
Musevi olan mavi gözlü bu satıcı mevsimine göre zaman zaman muz, balık yumurtası da satardı. İsmini Moiz diye hatırlıyorum. O bizimle arkadaşlık da ederdi. Muzları ne de kokuluydu. Geçsin diye yolunu gözlerdik sokakta. Kış demez, yaz demez, tuzlusu ya da muzu başında tablasında, balık yumurtası kolunda, sepetinde hizmetini verdi senelerce. Bu onun işiydi. Eski senelerde balık yumurtası seyyarlar tarafından satılırdı, bir de Konak’taki meşhur Sakızpazarında. Çamlık’taki eve taşındıktan sonra da bir süre Moizle ilişkimiz sürmüştü.
Arabalı dondurmacılar da pencerede beklenen esnaflardandı. Bazılarının dondurması pastanelerdekinden üstündü. Her dondurmacının ayrı bir satış teranesi, seslenişi vardı. Ta uzaklardan sesleri tanınırdı. Bunların en ünlüsü dondurmacı Hafız idi. Üstü tenteli, pırıl pırıl boyalı arabası, yandan süslü, kapakları olan, iki göz dondurma kazanı ile gün boyu caddelerde, sokak aralarında el çıngırağı ile ne de güzel süzülürdü.
Ciğercinin arkasındaki kediler gibi dondurmacı amcaların da peşinden sokağın çocukları dolanırdı. Bayrak yarışında ki gibi sokaktan sokağa bu çocuk kafilesi değişirdi. Hafız, o pek meşhur zavazingosunun içinde iki helva kofu arasına renk renk dondurmaları bastırışını yalanarak seyrederdik. Bu iki keten arasında dondurmadan bir sandöviçe benzerdi. Çok bekletince gevşer, yerken üste başa damlardı. Tabii evde papara hazırdı.
Karşıyaka’nın daha başka namlı sokak esnafları da vardı. Ne yazık ki bu efendilerin çoğunun isimlerini hatırlıyamıyorum. O devrin sokak esnaflarını şimdiki şehir tufeylisi, vergi beleşçisi seyyar satıcıları ile karıştırmamak gerekir. Onlar bazı konularda dükkan esnafı ile adeta iş bölümü yapmışlardı. Onları hanımlar, beyler tanırdı. Sokakta selâmlaşılır, kavga eden çocukları ayırırlar, paranın üstünü de küçüklere dürüstçe verirlerdi.
Poğaçacı Şuayip Türk Birliği’nden okul arkadaşımdı. O poğaçacı olmuş, beni de ortaokula vermişler, okutmuşlardı. Bir gün iskele karşısında Şuayip’le karşılaşmıştım. Selâmlaştık, Şuayip ayaklı tablasından bir poğaça alıp buyur diye bana uzatmıştı. Hiç de benim alıştığım bir şey değildi. Tokum diye almadımdı. Çelimsiz, sıska, mavi gözlü, Boşnak Şuayip’in eli havada bana bakışını unutamam. Aslında o bana, o ana kadar yapılan ikramların en değerlisini sunmuştu. Şuayip’i hep andım ve benzer hatalara bir daha düşmedim.
Bir de ciğerci vardı ki, hele onun seslenişi. Sokak başında uzunca bir ciğer.. der sonra yan yolda ciii… diye bitirirdi. Balıkçı Ahmet Efendi nede efendiydi hani. Bir de börekçi vardı, Giritli Ali, Türkçesi de şinanaydı. Beyler bile onun böreğine dadanmıştı.
Tabii en bitirimi macunculardı. Doktor amacımız Vasfi Bey’in talimatı ile bize sokaktan macun, şambali filan alıp yemek yasaklanmıştı. Rengarenk macunlan, macuncu ağabeylerin çomaklara dolamasını, sonra renkli şerbet sularına daldırıp heyecanla bekleyen ellere tutuşturmasını ağzımız sulanaraktan seyrederdik.
Ve o mutlu çocuk, macun topanını yalar, ağzına sokup çıkartır, bazen birbirlerinin macunlarını yalarlar, arada bir macuncunun şerbet kabına daldırıp sulandırırlardı. Bazıları büyük bir cömertlikle bizim gibi zavallılara yalarmısın diye ikramda da bulunurlardı. Macuncuların piri Çakır Bekir idi ve şambalı da satardı.
Giritli şambalicinin tepsisinin cam kaplamalı bir kapağı vardı. Bu bir yenilikti. Şambalı sıraları ne de güzel yan yana çizgi çizgi sıralanmıştı. Üzerlerindeki bademler benek benek dizilmiş, fırında kavrulunca pek de iştah açıcı sıcak bir renge bürünmüş olurlardı. Elindeki ıspatulası maharetle sıraların içine girer ve iki bademin arasından parçayı keser ayırırdı. Beş kuruştu tek bademli bir parçası.
Kesilen tatlıyı tezgahın kenarına sıkıştırılmış, küçük küçük kesilmiş renkli yağlı kağıtların üstüne koyarak açık bekleyen minik avuçlara yerleştirirdi. Nasıl da seyrederdim onları. Ah babacağım, macun yalatmadan mühendis ettin beni, böyle de olumluydu.
Daha neler vardı. İstasyon başında yumurta ve tavuk satan bir dükkanla Arabacı Sokağındaki tavukçudan başka Karşıyaka’da köylü teyzeler, nineler ve dedeler de yumurta ve piliç satardı sokaklarda. Onlar genellikle bir tür abone müşterilerini dolaşırlardı. Piliçler ikişer ikişer ayaklarından bağlanıp demetlenirlerdi.
Bahçede, mutfak kapısının önüne geldiğinde köylü teyze sepeti ile beraber yere çöker çok kere soğuk su ve kahve ikram edilir, duası alınır, demet demet piliçler de el değiştirirdi. Otuzlu senelerin başlarında Çamlık’taki ev deyken (1933-35 gibi) piliçlerin çifti 25 kuruştu. Ahçıbaşı sonra onları mangalda külbastı yapardı. Kesilirken çok üzülürdük, bazen kaçarlardı da. Ama sonra yemesi çok güzel olurdu. Ne de güzel kızartılırdı, mis gibi ortalığı kokular sarardı.
Gerçek bir İzmirliydi. Kemeraltı Çarşısı‘nda seyyar satıcı olarak 60 yıl boyunca çakmaklara benzin satarak geçindi. İzmir’in ve tüm Ege Bölgesi’nin en hareketli çarşısında Benzinci Kör Hafız ismiyle tanınıyordu. Asıl adı Mustafa Ayrıközü‘ydü, 1902 yılında İzmir’de doğmuştu. Tıbbiye’de öğrenciydi, mezun olup yaşamını hekim olarak sürdüreceğini hayal ederken vatan savunması için Antep’e asker olarak gönderilmişti.
İşgal altındaki Antep’te Fransızlar’a karşı savaşırken sağ gözünü kaybetmiş Ardından Musul iline gönderilmiş. Musul’u da İngilizler işgal etmiştir. O cephede de İngilizler’e karşı savaşırken, bu kez sol gözünü kaybeder. İki gözünü de kutsal bildiği vatan topraklarını savunurken kaybeden İzmirli Tıbbiye öğrencisi Mustafa Ayrıközü, memleketi İzmir’ine döner ve okuluna devam edemez. Kemeraltı Çarşısı’nda 60 yıl sürecek olan seyyar satıcılığa böyle başlar.
Kentimizin en büyük çarşısının böylesi bir simge kişisini nasıl unuturuz? Benzinci Kör Hafız, 1997 yılında vatan topraklarında yoksulluk içinde göçüp gitmiştir.
Daha kimler vardı, kimler. Bunlara couleurs local denir. Yaşamın süsü, rengi ve de hoşluğu idi. Celal’in meyhanesinin önünde, daha ileri senelerde, bir de midyeci Hasan varmış, rahmetli İrfan Adalı hatırlattı. Avcılar kulübü önündeki patlamış mısır satıcısını, K.S.K. Mahfeldeyken önündeki Çakırı ve ispirtocu bir tane içi ve de çakmak taşçı Kör Hafızı da unutmamış İrfan, böylece tekrar anılarımıza geldiler.
Sonra neydi o keten helvacı amca. Dönen sıcak kovaya kaşığı ile serpiştirdiği toz şekerler tellenir, liflenir, uçuşur, derken daldırdığı çomağın ucuna, dokununca da parmağımıza da dolanı verirdi. Boya da atardı kazana, yerken el yüzde kulağa kadar boyanırdı. Kolay çıkmazdı da meret. İlle de yıkamak lazım gelirdi durup dururken.
Karşıyaka‘da akşam üstleri sahilde, yazları serinlik çıkınca üstü zarifçe örtülü sepetler içinde, çamların ince uçlarına dizilmiş yasemin buketlerini satan ve çok kere hanım olan satıcıları hatırlarım. Kısa ömürlü bu yasemin, iskele başındaki bahçede şarkılı sazlı gecelerde veya Osmanbey bahçesinde hanım kızlar mendilleri içinde veya örtülerle bezenilmiş küçücük sepetlerde nazlı fulyaları masa masa dolaştırırlardı.
Yaz gecelerinde, bazen de yaprağına sarılmış ve ince bir iplikle bağlanmış misler gibi kokan manolyalar gezdirilirdi. Fulyalar hanımların göğüslerinde ve yakalarında hemen yerlerini bulurlardı. Manolyalar ise bir su bardağına yerleştirilirdi. Fulyalar, manolyalar koklamak için yüze yaklaştırılır ve derin derin nefes alınırdı.
Bilinirdi ki bu asil çiçeklere burun değerse çabucak bozulacaklardır. Bu çiçekleri satan kızlar, genç hanımlar her hangi bir sokak esnafı gibi değildi. Zarif hareketleri, ince sözleriyle ve de becerikli parmaklarıyla yakalara çiçekleri iğnelemeleri ile daima tebessümle, selamla karşılanan kimselerdi. Hayatın bir parçasıydılar ve hanımların beylerin gözleri arardı onları akşamlan çıktıklarında, şimdi benim aradığım gibi.
Karşıyaka’nın ünlü Sarı Araba”sı da hâlâ Karşıyaka çarşısına uğradıkça hatıralarımı canlandırır. Otuzlu yıllarda kırmızı saçlı bir Musevi (iki kardeş olarak hatırlıyorum) sarı bir vitrin arabanın içerisinde doldurulmuş tuhafiye malzemesini (bel lastiği, düğmeler, danteller, şeritler vs.) sokaklarda dolaştırarak satardı. İyi huyları, efendi hitapları, dürüst hizmetleri ile tutunmuşlardı.
Arabalarında geldiklerini belli eden zil veya çan da vardı. Hanımların bin bir derdini görürler, siparişleri alırlar, veresiye verirler, herkesle iyi geçinirlerdi. Sonraları sermayeleri toplanınca çarşıda bir dükkan açtılar. Dükkanlarının vitrini de Sarı Araba olmuştu. Onlara şapkamı çıkartırım.
Otuzdört veya otuzbeş senesinde Karşıyaka’da Mustafa efendi isminde birisi bir yenilik yapmıştı. Sütçü olan Mustafa efendi’yi bir kaç senedir tanırdık. Babamın fabrikasından inekleri için incir küspesi alırdı. Babam küspeyi yardım olsun diye isteyenlere parasız verirdi. İşte bu Mustafa efendi atının sırtında evlere süt dağıtırdı. Süt güğümleri de yedeğindeki diğer bir atın sırtındaydı. Derken bir gün Mustafa efendi sütü evlere kiloluk şişeler içinde dağıtmaya başladı.
İşini ilerletmiş, tenteli, çepeçevre raflı, zilleri çin çin çalan bir arabası vardı artık. Raflarına da süt şişelerini sıralamıştı. Mustafa efendi İzmir’de ilk defa şişelenmiş süt tevzi eden sütçü olarak tarihe geçecektir. Konya’dan babama hediye olarak gönderilen bir yavru çoban köpeğimiz vardı. Hop ismini taktığımız köpek çok çabuk büyüdü yaman bir bekçi oldu. Geceleri bahçede fır dönüyordu, mahalleye dehşet saçıyordu. Hop beni, kardeşim Celasi’ni bir de babamı tanıyordu.
Ev halkı da mahallesi gibi korkuya kapılınca annemin resti üzerine köpek Mustafa efendiye verildi. Tam yerini bulmuştu. Mustafa efendinin mandırası, 3-5 ineği ve onun bu ilerlemesini çekemeyen bir o kadar da düşmanı vardı. Hop’un mutlu bir hayatı vardı artık. Bir gece, Mustafa efendinin yokluğunda düşmanları mandırayı ateşe vermiş. Hop ateşler arasında kapılara yüklenerek kırmış ve komşuların hayretleri arasında bir bir inekleri selamete çıkarmış fakat yanık yaralarına dayanamıyarak o gece ölmüş.
Bu olay bütün ailemizi yasa sokmuştu. Mustafa efendi ise tanınmayacak hale gelmişti. Hop’u anarken hâlâ içlenirim, bazen gözlerim de yaşarır. Bir kaç sene geçmişti aradan. Bir gün, bir yılbaşı arifesi bizler yokken birisi eve koca bir hindi getirmiş. Ahçıbaşıya kendim büyüttüm, beyime pişirirsin, afiyetle yesin demiş ve adını vermeden gitmiş. Babam adamı tekrar tekrar tarif ettirmişti. Sonra garip ceketinden bu kişinin Mustafa efendi olduğunu anlamıştı.
Duyulduğuna göre Mustafa efendinin işi bozulmuş, gene beygir sırtında süt satıyormuş. Mustafa efendiye hindinin parası ödenmeli midir diye evde uzun konuşmalar olmuştu o akşam. Babam onun ince cömertliğine ve kadirşinaslığına karşı para vermek istemiyordu. Sonra Mustafa efendi buldurulmuş ve gönlü hoş edilmişti. Hiç unutulur mu Mustafa efendi, o hayatımıza girmişti bir kere, hele Hop.
Şimdilerde sokakları dolduran, gecekondu üreten, vergi sömürücüsü, oy avcılarının yemliği olan işportacılar ile Karşıyaka’nın eski nostaljik sokak esnafı değişik etofdan insanlardı. Karşıyaka’nın sokak esnafı ile ilişkin anılarını sorduğum eski dostlarım ne de tatlı tatlı yâd etti onları.
Şimdi şehir sokaklarından dehlemek istediğimiz işportacıların ne de asil dedeleri varmış. Şimdi böylesine yâd ettiğimiz sokak esnafının özellikleri senelerce sürdü Karşıyaka’da. Yirmili ve otuzlu senelere dönüverdim gene birden bire. Geçen gün notlarımı karıştırırken Karşıyaka’nın Unutulmaz Sokak Esnafını anlatan yazım geçti elime. Tekrar okudum ve yüzüme neşeli bir gülümseme yayıldı. Karşıyaka’nın bir de İbrikli ve önlüklü esnafı vardı, nasıl da unutmuşum onları, anılarımı döktüğüm yazımda.
Evet, Karşıyaka’nın sokak esnafı arasında beyaz önlükleri, beyaz kepleri ile yaz ve bahar aylarında, sahilde, çarşıda, bazı sokakların aralarında dolaşan sakalar, tahin pekmezciler ve de nane ruhu satıcıları vardı. Nane ruhu satıcılarından birinin adı Recep (Recep usta veya Recep ağa) olarak hatırlıyorum. Uzun boylu şarlo bıyıklı, avurtları çökükçe, yüzünde traşı hep uzamış Recep ağanın tezgahı belindeydi.
Bozacı, sucu, şıracı, şerbetçi, tahin pekmezcilerden oluşan ibrikçi esnafının çoğunluğu gibi Recep ustanın da Arnavut olduğunu hatırlayıverdim. Palaska gibi kuşandığı bel sarmasının içindeki ceplere ince boyunlu ve kulplu madeni ibrikler yerleştirilmişti. Dört, belki de beş ibrik vardı. Ayrıca aralarına iki de kadeh büyüklüğündeki bardakları ile kesme şekeri kesesi sokuşturulmuştu. Elinde de daha büyük boyda, uzun gagalı bir su ibriği vardı.
Sabah, ikindi ve akşam belirli saatlerde hani ya nane ruhu, fesleğen, filiskin, kekik suyu, midelere nane ruhu, rahatlamaya, güçsüzlere filiskin suyu gibi tekerlemeleri hafif gazelimsi bir sesle seslenir ve sahilde volta atardı. Belki başka sözleri, tiradları da vardı, fakat hatırlamıyorum. Müşterisi yanına gelir, alıştığı çiçek ruhunu ister ve Recep ustanın sunuşunu beklerdi. Recep ustanın namı yayılmıştı ve yolunu bekleyenler vardı. O büyük bir kıvraklıkla istenilen nane ruhunu veya kekik suyunu minik kadehlere koyarak zarif bir tebessümle sunardı.
Epeyce acı olan bu bitki özleri bir dikişte yutulurdu. Recep ağa boşalan kadehleri fiyakalı bir hareketle ibrikten akıttığı su ile yıkar ve önlükteki yerine yerleştirirdi. Bazıları da bunları şekerli isterdi. O vakit önlüğün özel cebinden bir kesme şeker çıkartır ve üzerine istenilen sudan bir kaç damla damlatır, kadehi de yarım doldurup sunardı. Hatırladığıma göre, Recep ustanın tarifesi beş kuruştu ister nane, ister filiskin, ister şekerli olsun.
Canlandıkça canlanıyor önlüklü ve İbrikli esnaf anılarımda. Önlüklü İbrikli Recep usta gibi çiçek ruhu satıcıları Konak’da da vardı, Bayraklı’da da. Ama daha başka İbrikli esnafı da vardı, örneğin sakalar, şerbetçiler, şıracılar vardı. İzmir’in bardakla su satan sakaları hiç unutulur mu? aşlama su, soğuk su diye sıcak günlerde dolaşır, sırtlarındaki sebil güğümlerinden öne uzanan hortum gibi ince gagasından zarif hareketlerle bardağı doldurur ve yüzünden ter fışkıran müşterisine sunardı.
Üzerleri tertemiz ve desenli havlularla sanlı olan sebillerin içindeki bir bölmeye buz konur ve buz kabı suyu soğuturdu. Bu şekilde soğutu¬muş suya aşlama denirdi. Gençlik yıllarımızın anıları arasında Beyler Sokağı’nın şerbetçi Kadir ağası da önemli bir yer tutar. Kadir ağa karadut ve turunç şerbetleri ile nam salmıştı.
Elhamra Sinemasın’dan veya Milli Kütüphane’den yolumuzu uzatıp, bir bardak şerbet içmeye üşenmeden oraya kadar uzanırdık. Kadir ağanın o küçücük dükkanın tam dibinde, sokaktan geçenlerin de göreceği gibi asılmış adeta büyük boy bir resim vardı. Resimde de sırtında sebili, elinde ibriği, beyaz önlüğünü ve takkesini giymiş şerbetçi Kadir ağa dimdik duruyordu. Ağarmış o uzun sakallan yoktu, belki yirmilerin sonunda çekilmişti o resim. İşte o meşhur şerbetçi Kadir ağa da ibrikçi sokak esnafının en namlı bir tanığı olarak anılarda yerini almıştı böylece.
DEVAM EDECEK…
İzmir ve Karşıyaka Anıları – Turan MUŞKARA 2.Bölüm
1 Yorum
Eski Karşıyaka ne kadar güzelmiş. Eski karşıyaka fotoğrafları ile anlatılanları gözümde canlandırıyorum ne güzel bir dünya. Kötü insanlar o dönemde varmış sütçü mustafa beye yapılanlara çok üzüldüm. Günümüz de ki bozulma daha vahim durumlarda, ya bizden sonrası heralde tufan. Eski Karşıyaka tarihi ve fotoğraflarının takipçisi oldum. Rahmetli Turan Muşkara nın anıları anlatımı, dili ve örneklemeleri çok keyifli. Teşekkürler karsiyaka.blog ❤