İzmir ve Karşıyaka Anıları – Turan MUŞKARA 2.Bölüm
Sahildeki kumsallar
Karşıyaka sahilinde Alaybey’den Papaz’a kadar (Bostanlı) yer yer kumsallar vardı. Bunlar minicik plajlardı, bir iki metre, daracıktı. Kısmen yosunla dolardı. Elbiseler ve ayakkabılar bu şerite yığılırdı. Bunların çalındığı ve kaybolduğu duyulmazdı.
Ayın cezir günlerinde deniz seviyesinin iyice düştüğü günlerde sahilde taşlı, kumlu, yosunlu bir şerit çıkıverirdi. Bu şerit bazı yerlerde bayağı bir kumsalcık oluştururdu ve küçük çocuklar emniyetle bırakılabilirdi. Tahir bey Sokağı çıkışında ve iki banyo arasındaki kumsal neredeyse küçük bir plaj gibiydi.
Osmanzade’den Tenis Sokağı karşısına kadar yer yer kumsalcıklar vardı. Plajların en büyüğü Dilsiz Mektebinin karşısındaki bölgedeydi. Sonraları o kısma umumi deniz hamamları yapılmıştı. Oradaki kumsal yazları gerçek bir plaj gibi kullanılırdı.
O küçük plajlarda sulinez bile çıkartılırdı. Sulinez şimdilerde bulunmayan, parmak şeklinde, kabuklu, 8-10 cm boyunda, 1 cm kadar kalınlıkta bir deniz mahluku idi.
Kumlara saplanmış olarak bulunurlardı. Boylu boyuna uzanan kabuğu açılınca içlerinde sarı renkli etleri bulunurdu. Sulinezlerin midye gibi dolmaları yapılırdı. Balık avlamada çok aranılır ve en makbul balık yemi olarak da kullanılırdı.
Mayolar ve güneş yağları
Karşıyaka denizinin anıları daha ne güzelliklerle doluydu, şimdi olmayan güzellik1er ve küçük küçük ilişkiler. Sahildeki küçücük kumsal şeritler bize plaj gibi görünürdü. Mayolarımız itina ve emek ile hazırlanır, yağlanma yağları ve bezden botlar evlerde yapılırdı ve hepsi birer sevgi meşalesi ve neşe kaynağıydı.
O devirdeki deniz mayoları yünlü kumaştandı. Mevsim açılınca yüklüklerden, yerli gömme dolaplardan (gömme dolaplar çok kere evlerin deposu ve aile sırlarının, eski çeyizlerin ve define değerlerin istiflendiği yüklükler idi) çıkartılır ve kontrolden geçirilirdi. Kontrol güve deliklerineydi. Güve yeniklerini ailenin en becerikli hanımları veya yardımcılarından dikiş işlerine bakanlar maharetle tamir ederlerdi.
Mayoların diğer bir derdi de sandıkta, bohçada renk atması ve çekmesiydi. Hanım mayolarında ki seneden seneye moda değişikliklerini gene sinema filmi gibi gözümün önünden geçirebiliyorum. Mayoların vazgeçilmez aksesuarı olan başlıklarda pek çok hanımın ve bazı erkeklerin tutkuları arasındaydı.
Bostanlı’da Bayraklı’da ve Turan’da hanımların çoğunluğu denize elbise ile girerdi. Ancak, genç kızlar, kız çocuklar mayo giyerlerdi. Karşıyaka ve Alsancak’da ise elbise ile denize giren hanım çok nadir görünürdü.
Güneşe karşı zeytinyağı ile yağlanma en çok uygulanan yoldu. Fakat, tentürdiyot damlatılmış gliserin ve zeytinyağı karışımı bir likid ise revaçtaydı. Herkesin kendi özel formülü vardı. Seneler sonra Nivea ortaya çıktı ve sistem tümü ile değişti.
Eyyam-ı Bahur
Ağustos içinde eyyâm-ı bâhur geldi, geliyor lafları dolaşır ve herkesi bir telaş alırdı. Anlatıldığına göre eyyam-ı bâhur bir hava cereyanı idi ve ıslak cildi yalarsa beyaz lekeler bırakırdı. Beyaz eyyam-ı bâhur lekeleri sonraları kahverengine dönüşürdü.
Bu olayın başladığı ve bittiği günler tecrübeliler tarafından belirlenirdi. Derken bir gün sözüne inanılır birisi eyyam-ı bâhurun metalden uzaklaştığını söylemişti.
Hepimiz mayolarımıza birer çivi asar olduk. Kızlar çivi asmakla beraber, bol bol takıştırmayı da ihmal etmezlerdi. Bu çivi itikadı bir kaç sene sürmüştü. 1935-38 arası yazları diye düşünüyorum.
Bu notlan yazarken ansiklopedilerden eyyâm-ı bâhuru araştırdım ve senenin 40 gün kadar süren en sıcak günleri olduğunu, diğer bir anlatımla güneş ışınlan ile ilk görünen yıldızın (köpek yıldızı) görünme süresi olarak ifade edilmekte ve dog days (köpek günleri) diye adlandırılmakta olduğunu hayretle okudum ve bellerimize, kemerlerimize ciddi ciddi asıp durduğumuz çivileri düşündüm.
İlk Şarpi yarışları
Yaz aylarında Karşıyaka ile deniz bir bütündü ve yaşamın bir parçasıydı. Pırıl pırıl deniz dolar taşardı. Sandallar, şarpiler fır dönerdi. Otuzlu senelerde babam da bir şarpi almıştı. Şarpiyi Fuat ve Suat (Yurtkoru) ağabeylerim kullanırlardı. Paddler -Boat da (Badılbot derdik) revaçtaydı. Çıtalar, tahta omurgalar ve Amerikan bezinden ibaret malzeme ile badılbot’ları kendimiz yapardık.
Amerikan bezleri iskelete gerilir, sonra boya ile muşamba haline gelirdi. İki taraflı küreği ise marangozdan alırdık. Neşemize doyum olmazdı. Bütün otuzlu senelerin yazlan, deniz içinde dostluklar ve neşeyle tertemiz geçti. Denizli yazlar kırklı yıllara da taşmıştı.
Otuzlu senelerin ortalarına doğru deniz sporlarına ilgi artmıştı. Yüzmeye ve yelkene özenti yazlarımızı doldurmaya başlamıştı. Karşıyaka deniz sporlarında başı çekiyordu. İzmir’in ilk iki şarpisi Karşıyaka’da yelken açmıştı. Bu şarpileri Avukat Münir Birsel ile Refik Çullu çıkartmıştı. Bu iki şarpiyi meşhur tekneci Zihni usta yapmıştı. Derken Demirspor ve Göztepe de birer şarpi indirmişlerdi.
Bunları Karşıyakalı Küçük Telat Muşkara’nın şarpisi takip etmişti. Babam şarpisini K.S.K.’ne hediye etmişti. Tahminime göre bu diğer üç şarpiyi de Zihni usta yapmıştı. Zihni ustanın kayıkhanesi Türk Ocağı’nı geçtikten sonra Rıza aile evinin bitişiğindeydi.
Şimdiki tarifi ile Karataş Eshot binasından evvelki Güzin Kundura mağazasının bulunduğu yerdi. Zihni usta mesleğinde çok mahirdi. Çok basit olan kayıkhanesindeki kızakların üstünde bayağı büyük yük tekneleri de yapardı. 1939 senesinde bize de yelken takılan bir kayık yapmıştı.
Şarpilerin gelmesi ile körfezde yarışlar da başlamıştı. Bizim şarpiyi Suat ağabeyim (Yurtkoru) kullanırdı. Mahalli yarışlar İzmirlileri denize daha da yaklaştırmıştı. Yapılan teşebbüsler sonucu Türkiye Yelken Birinciliği İzmir’e alınmıştı. Çok renkli bir olay olan şarpi yarışları Türkiye boyutuna erişince heyecan da doruğa çıkmıştı. Bizim de bir şarpimizin olması ve K.S.K. adına şarpiyi ağabeyimin kullanması ailemizi de haliyle Barbaros’un torunları yapmıştı adeta.
Bu ilk büyük yarıştı. Senesini 1935-36 olarak anımsıyorum. Yarıştan bir kaç gün evvel büyük bir yelkenli Karşıyaka İskelesi açıklarına demirlemişti. O sıralarda Ferah Sinemasında (daha sonra Melek) korsanlı bir filim oynamaktaydı.
Demir atan o koca yelkenli tekneyi tam bir korsan gemisine benzetmiştik. Yarış günü o teknenin üstüne Karşıyakalılar doluşmuştu. Körfez vapurları süslenmiş, sahil insan seli ile dolmuştu. Beyaz pantolonlar, beyaz gömlekler, taze boyanmış beyaz ayakkabılar, varsa başta beyaz kepler, hasır kasketler, hasır şapkalar, panamalar, herkes olabildiğine şıktı. Hanımlar da bu heyecana katılmışlardı.
O devrin markizet emprime elbiseleri, pileli etekleri, başta kurdelalı hasır şapkaları ve beyaz hasırlı ayakkabıları ile ortada dolaşıyorlardı. O devirde yakın aile dostlukları dışında kız, erkek beraberliği pek o kadar rahat olmadığından hanımlar daha ziyade deniz banyolarına doluşmuşlardı ve bir kısmı yalıdaki evlerinin teraslarında heyecanla olaylara iştirak ediyorlardı. Deniz banyolarında, evlerin cumbalarında, pencerelerde pek çok Karşıyakalı yarışı dürbünleri ile izliyorlardı.
İzmir’den üç tekne girmişti. Birinin dümencisi Refik Çullu, flokçusu ise Tayyar Çullu idi. İkincisini Suat ağabeyim kullanıyordu. Flokçu da Giritli Hacı idi. Hacı Bayraklı’daki fabrikamızda çalışırdı, kara kuru bir adamdı. Üçüncüde Demirspor’un ki olmalıydı diye düşünüyorum.
İstanbulluların iki tekne ile katıldıklarını hatırlıyorum, Dr.Demir Turgut ile Şeref Bey. Demir Turgut’un teknesinin hafif tahtadan yapıldığı ve yelkenlerinin de ipek kumaştan olduğu etrafa yayılmıştı. İstanbullu Şeref de ünlü bir denizci idi. Hatırımda yanlış yer etmediyse Gölcük ve İzmit’ten de bir tekne katılmıştı.
O senelerde İzmir’in nüfusu 130 bin civarındaydı. Karşıyaka’da da Alaybey’den Papaz’a (Bostanlı) kadar sahil boyunca ve içerde Soğukkuyu’dan Hacı Hüseyinler ve Dedebaşı’na kadar uzanarak sınırlanan yerleşim sahasında 8-10 bin kişi oturmaktaydı. Karşıyaka’nın nüfusu bu kadardı.
Karşıyaka’da nüfusun en yoğun olduğu bölge de Alaybey-İskele ve Osmanzade-İstasyon arasındaki mahallelerdi. Büyüğü, küçüğü, kadını, ihtiyarıyla belki üç, beş bin kişi bu bölgedeydi. İşte ilk yelken yarışlarında sahil boyunca dolaşan, kümeleşen, deniz banyolarında, evlerin pencere ve cumbalarında, denizde, sandallarda bin kişi kadar toplanmış olabileceği tahayyül edilirse, Karşıyakalıların bu yarışlar için nasıl kenetlendiği, bu yarışlardan nasıl müşterek bir heyecan duyulduğu anlaşılmalıdır.
Yirmili ve otuzlu senelerde İzmirliler, Karşıyakalılar her vesileden yararlanarak milli birliği tatmanın heyecanında olmuşlardır.
Sıhhiye’nin, Alaybey tersanesinin, Turan’daki deniz birliğinin, limandaki sahil muhafazanın ve gümrük kolcularının motor ve çatanaları ile vazifelileri barındıran körfez vapurlan, flamalarla süslenmiş olarak sanki sahneye çıkmış gibi körfezin ortasında, sahillerde nazlı nazlı dolaşıyorlardı.
Şarpilerin yapacakları tiramola yerlerine üzerlerinde flamalar olan şamandıralar atılmış, şatlardan hakem iskelesi hazırlanmış ve üzerlerine ellerinde megafonlu gözlemciler dizilmişti. Bütün Karşıyaka adeta yarışa kendini kaptırmıştı. Tabidir ki Alsancak, Yalılar ve Göztepe’yi de yarış heyecanı sarmıştı. Fakat ilk yarışlarda heyecan ve halk katılımının doruğu Karşıyaka’da yaşanmıştı. Bunu hep böyle bildik.
İlk günkü yarışı İtalyan yapımı teknesi ve ipek yelkeni ile İstanbullu Demir Turgut büyük farkla kazanmıştı. Teknesinin bu sulara göre hafif olduğu, İzmir’in imbatına dayanamayacağı tahminleri hep boş çıkmıştı. İkinci günkü yarışı da Demir Turgut kazanmıştı. İkinci gün, hatırladığıma göre, Refık Tayyar Çullu ekibi ikinci gelmişti.
O akşam babam evimizin bahçesinde bir yemek vermişti. Bu adeta bir garden parti olmuştu. Yarışa katılan Refik ve Tayyar Çullular ile Suat ve Fuat ağabeylerim ve bazı arkadaşları da yemektelerdi. O gece konuşmaların ana konusu Demir Turgut’un yelkenleri ve teknesi olmuştu. Takip eden günlerde Refik Çullu, Demir Turgut’un ipek yelkenli teknesini satın almıştı. Refik Çullu böylece bir kaç sene şampiyonluğun tadını tatmıştı.
Devrin İzmir valisi denizciliği teşvik maksadı ile İzmir kulüplerine futa, kürek sporunu getirmişti. Senesini 1936-37 ve valiyi de Fazlı Güleç olarak anımsamaktayım. Vilayet, Altay, Göztepe ve Demirspor için birer futa sipariş etmişti. Futalar İzmir’in eşek imbatı dikkate alınarak epeyce hantal yapılmış teknelerdi. Derken K.S.K.’de İtalya’dan iki futa getirmişti.
Ortaokul senelerinde bu futaları hatırlarım. K.S.K.’mn İtalyan yapımı narin futaları İzmir Körfezi’nin azgın sularına uymamıştı. Çok hafif ve su kesimleri düşük olan tekneler, yerli tekneler kadar başarılı olamamıştı. Diğer tekneler de fazlasıyla hantal olduklarından İstanbul teknelerine boyun eğmişlerdi. Ve futalı deniz sporu da o senelerde pek tutmamıştı.
Eski denizcilerden ve delikanlılardan Macit ağabey bu anılarımı canlandırarak katkılarda bulundu. Macit Birsel (avukat) o senelerde Tayyar Çullu ile beraber Münir amcanın (Münir Birsel) şarpisi ile yarışlara katılırdı. Macit Birsel futa çalışmalarında da başarılı olmuştu. Futa çalışmaları için valinin emekli Albay Celal Bey’i işin başına getirdiğini ve gene emekli bir binbaşının çalışmaları büyük bir titizlikle yürüttüğünü bana anlatmıştı. Macit ağabey o ilk hantal futalarda epeyce kürek salladığını tatlı tatlı nakletmişti.
Körfez Vapurları
Karşıyakalı olmak demek körfeze ve vapurlarına bağımlılık demekti. Körfez vapurları Karşıyakalıların yaşamlarının gerçek bir parçası idi. İzmir’e erişmek için adeta tek vasıta idi. Trenler sınırlı sebeplerle kullanılırdı. Basmane’ye inmek, Bayraklı’ya gitmek gibi. Otobüsler de çok ilkel, rahatsız ve düzensizdi, beş kuruştu ücreti. Ancak otuzbeşten sonra otobüsler denenmeye başlanmıştı.
Cumhuriyet Bayramlarında, Dokuz Eylüllerde körfez vapurları pınl pırıl ışıklarla donatılırdı. İskelelere yaklaşırken düdükleri uzun uzun öttürülür, bazen vapurlardan havai fişekler atılırdı. Vapur düdükleri Dokuz Eylül ve Cumhuriyet Bayramlarından başka uzun seneler K.S.K. galibiyetleri için de ötüp durdu, hele Altay’ı yendiği günler.
İzmir’de düdüklerin bir başka anısı daha vardı. İlk üzümün ve ilk incirin yolcu edilmesiyle limandaki bütün vapurların düdükleri bir orkestra gibi kalınlı inceli öterler, bu arada üzüm de bayraklarla ve törenlerle gemiye yüklenirdi.
İlkokulu bitirdiğim sene bana büyük boy bir bisiklet alınmıştı. Üzerinde güçlükle durabiliyordum. Sonraları bisiklet hayatımızın bir parçası oldu. Dedebaşın’dan, Alaybey’e, Papaz’a (Bostanlı) uzun yolculuklar yapardık. Ailemiz de tekerleğe binmişti. Kardeşim, ablam, amcamın oğlu, ağabeyim, ablam, teyzem, eş dost bisikletliydi. Tatil günleri 8.000-10.000 nüfuslu Karşıyaka’da gezip dolaşırdık.
Bisiklet alemleri tatil aylarında daha bir başka geçerdi. Artık bisikletli, arkadaş grupları oluşmuştu. Bizim grubumuz Çamlık Sokağının ağzındaki Kapanizadelerin evinin bahçe parmaklığında toplanırdı. Parapetin üzerine oturur geleni geçeni izlerdik. Daha bıçkınların o vakit bize müthiş gelen öyküleri dinlenirdi.
Kızların bizlerle rahat konuşamadığı senelerdi 1930’lu yıllar ve 1940’lı yılların başları. Ama kızlar da bizler gibi bisikletlenmişti. Küçük muhit olan Karşıyaka’nın kızları da eş dost çocuklarıydı. Gene de kaynaşma olamıyordu. Fakat Melih (Dr. Melih Abidinoğlu) şerbetliydi. Nedense aileler, kızlarını ona emanet edebiliyorlardı. Melih ve kız tayfaları, 7-8 bisikletli koca kafile, caddeden hızla geçerken biz keyifle seyreder veya hınzırlık olsun diye bisikletlerimizle yol keserdik.
Tramvaylar
Atlı tramvaylar İzmir’de olduğu kadar Karşıyaka’da da uzun seneler hizmet verdi. Atlı tramvayların vagonları yazın açık bankolar halindeydi, kapılan filan yoktu. Tramvaya iki yanında uzanan basamaktan binilirdi. Tramvay giderken yanından koşup dikey karkası tutup basamağa zıplamak delikanlılığın bir marifetiydi. Kışları ise kapalı kabinli tramvay vagonlarını koyarlardı.
Karşıyaka’nın atlı tramvayları Soğukkuyu-İskele, Alaybey-İskele ve Bostanlı-İskele olmak üzere üç hatta çalışırdı .Tramvay deposu Soğukkuyu’daydı. Karşıyaka’nın ilk elektrik santrali de aynı binadaydı. Bina derenin yanında, kayaların dibinde ve iskeleden gelen tramvay yolunun tam karşısındaydı.
İskele önünde de hattan hatta geçecek rayları ve makasları vardı. Üç yönde çalışan tramvayların Alaybey ve Soğukkuyu hatları kırkların içinde iptal edildi. Yeni yapılan yollar için raylar da söküldü. Bostanlı hattı ise bir süre daha çalışmıştı.
Bu hattın da rayları yol üzerinden sökülüp kaldırımlara nakledilmiş ve bu suretle yolun yapılması sağlanmıştı. Bir kaç sene deniz kenarındaki kaldırımda giden tramvaylar iyice yıpranmış ve nostaljik değerini de kaybetmişti. Zaten artık Karşıyaka’da Karşıyakalılar da azınlığa düşmüşlerdi ve tramvayları arayan kalmamıştı.
Evimizin önünden geçen tramvayı durdurmak için elimizi havaya kaldırır ve ferma diye vatmana seslenirdik. Tramvayın atını süren ve freni çarklayan adamdı vatman. Ferma denirdi de dur denmezdi. Atlı tramvayları Karşıyaka’ya bir İtalyan şirketi kurmuş ve ferma da İtalyanca dur anlamına geldiği için yer etmiş.
Yirmili yıllarda (1926-1930 anımsadığım yıllar) Karşıyaka’nın 8.000, 10.000 kişilik nüfusunun tahminlere göre 2.000, 3.000 kadarı, o günün tabiri ile levantenler ve gayrimüslimlerdi .Ferma kelimesi çok doğaldı ve o senelerde sokaklarda Rumca, Fransızca ve İtalyanca, Türkçe gibi kulakları dolduran lisanlardı.
İzmir’i terk etmeyen ve yerli halkla beraber bir yaşamı kabul eden bu gayrimüslim kişilerin asimile edilebilmeleri için Türkçe konuşmaları önemi benimsenmişti. Bu sebeple gayrimüslimleri (Rum, Ermeni ve Musevi yurttaşlarımız) ile levantenlerin (Avrupalı melezler diyelim) Türkçe konuşmalarının yaygınlaştırılması kampanyası yirmilerin sonu ve otuzların başında ciddi ciddi ele alınmıştı.
İzmir ve İstanbul’da toplumun hareketli olduğu tramvay, vapur iskele ve benzeri yerlere Vatandaş Türkçe konuş levhaları asılmıştı. Üç dört nesildir Osmanlıda ve Anadolu’da yaşamış fakat hâlâ Türkçe konuşamayan yaşlı levanten kalıntısını hâlâ görmekteyiz.
Vatandaş Türkçe konuş levhaları bir Türkçe konuşma cereyanı yarattı. Türkçe konuşamayanlar ya gocundular ve Türkçeye yöneldiler veya artık Türkiye’de hayat bitti dediler ve göçüp gittiler. Fakat pek azı Türkçeyi öğrenmeye ve konuşmaya direndiler.
Hâlâ bu direnenlerden ihtiyarlamış tek tük levanten Alsancak’da ve Karşıyaka’da yaşamaktadır. Tam o sıralarda çıkan küçük esnaf ve sanatkarlarla ilgili bir kanun, pek çok İzmirli ve Karşıyakalı küçük esnaf, atölye sahibi sanatkar ve hizmet erbabı levanten ve gayrimüslümü Türkleşmek veya yurdu terk etmek karan ile karşı karşıya getirmişti. Bu İzmir ve İstanbul’dan dışarıya ikinci göçe sebep olmuştu.
Asfalt yolla Tanışma
Karşıyaka’da ilk asfalt yol denemesi de 1932 senesinde yapılmıştı. Nerelerden nerelere geldik deriz zaman zaman. İzmir’in de bu ilk asfalt yolu olmuştu, 1932 senesinde. Asfalt yolu ile Banka Sokağı şöhrete erişmişti. İzmirliler’in Karşıyaka’ya geçip asfalt yolu seyrettiklerini hatırlarım. Ne de keyifliydi o yolda bisikletle fır dönmek.
Şu sıralarda Yeni Asır’ın 60 Sene Evvel Bugün köşesinde bu yola değinilen notu okudum. Asfalt yol için Dr. Elaks isimli bir Rumen uzmandan faydalanılmış ve yolun metrekare fiyatı da 6.5 lira imiş ve o sıralarda taş döşeme yol ise 1.5 liraya çıkıyormuş.
Banka Sokağının asfalt yolunun yabancı uzmana yaptırılmasından dört beş sene sonra Karşıyaka- İzmir şosesi de Fransız Regie General (böyle bir isimdi) şirketine ihale edilmişti. Karşıyakalı Niyazi Mesta şirketin sorumlu mühendisiydi. İzmir-Karşıyaka şosesi o devrin en büyük projesiydi ve galiba banketleri hariç altı metre kadar genişlikteydi. Yani iki kamyon geçecek gibi, o kadardı o devirde büyük yol projeleri.
DEVAM EDECEK…
İzmir ve Karşıyaka Anıları – Turan MUŞKARA 1.Bölüm