İzmir ve Karşıyaka Anıları – Turan MUŞKARA 4.Bölüm
KARŞIYAKA‘DA SAHNE EĞLENCELERİ
Yirmili, otuzlu yıllarda 8-10.000 nüfuslu Karşıyaka’da gayrimüslim ve levanten varlığı ağırlıkla hissediliyordu. O gruptakiler kendi hayatlarını yaşıyorlardı, her ne kadar bir beraberlik vardıysa da sosyal yaşantılar tamamen ayrıydı. Karşıyakalılar arasında eski aileler, tüccar, memur ve büyük esnaf epeyce azınlıktaydı. Her halde bu sebeplerden olmalıdır ki Karşıyaka’da eğlenmek ve sosyal faaliyetler için bir ortam gelişmemişti. Buna rağmen Karşıyakalılar sınırlı da olsa, gene de mevcutlardan azami istifade yollan aramış ve devrin ölçüleriyle başarılı olmuşlardır denilebilir.
En önemlisi, iki sinemamız vardı. Bunlardan biri sahilde iskelenin karşısındaki Ferah Sinemasıydı (sonraki ismi Melek). Ferah Sinemasının derli toplu sahnesi de vardı. Sessiz sinema zamanlarında sahneye bir piyano konur ve film süresince fon müziği çalınırdı. O sahnede temsiller verildiğini hatırlarım. Bir seferinde Münir Nurettin’in geldiği de gözümün önündedir.
Çarşıdaki Zafer sinemasında (sonraki yıllardaki ismi Ses) sahne ufak bir çıkıntıdan ibaretti diye hatırlamaktayım. Orada temsil verildiğini hatırlamıyorum. İskelenin yanında bir belediye bahçesi vardı. Bahçede akşamları dondurma, keten helva, lokum filan yenir, sinalko, gazoz, çay, kahve içilirdi. Çocukların cennetiydi o bahçe. Akşamlan ise gazinolaşırdı. Zamanla içkili yerin etrafına panolar koymuşlardı. Bahçenin basit bir sahnesi vardı. Yaz akşamlan Karşıyaka’nın deşarj yeri olurdu. Aileler toplanır saz, şarkı yürür giderdi. Bahçeye çok tanınmış saz heyetleri ve şarkıcılar da gelirdi. Fakat çoğu zaman kendi saz heyeti sahnenin önünde tertiplenir, sahneye hanendeler Menemen testisi gibi dizilir, sıra ile ayağa kalkıp şarkılannı türkülerini söylerlerdi.
İskele gazinosu senelerin akışı ile şekilden şekile girdi. Son zamanlarda K.S.K’li eski oyunculardan Kampana Rıza bir de Osmanbey bahçesi vardı sahilde, iskeleye iki sokak ötede. Bahçe sahilde olmakla beraber arkadan Ortamektep Sokağına da çıkışı vardı. Osmanbey bahçesinin mülkiyeti sözleri uzundur. Bahçe park oldu, çocuklar oynadı, gazino bahçesi oldu pasta, dondurma yendi, sahne yapıldı gazino oldu, pist yapıldı dans edildi. O pistte folklorik oyunlar. Kazaska filan oynandı. Sonra yazlık sinema da oldu, temsil de verildi. Gene de şöhreti Sami Bey’in pastanesi kadar olamadı.
Bir ara Papaz’da da (Bostanlı) iskele yanında bir bahçe açılmıştı. İçki içilir, balık yenir, alaturka ve Rumca şarkılar dinlenirdi. Karşıyaka’nın sahneleri, gazinoları, eğlence yerleri anılarımda yerleştiği şekilleriyle bunlardan ibarettir.
GÛLCEMAL ve GÜLNİHAL İLE BAŞLANAN İZMİR-İSTANBUL YOL ANILARI
Yirmili yıllar İzmir’in derlenip toparlanma yıllandır. Bu toparlanma otuzlara da sarkmıştır. Çarşısı, pazan yanmış, ustaları ayrılmış, bir boşluk, bir eksiklik hissettiren hüzünlü bir İzmir vardır yirmilerde. Akdeniz’in küçük Paris’i bir çok ihtiyaçlarını karşılamakta zorluk çekiyordu.
Çarşısı birazcık Kemeraltı ve Hisar Cami’nin etrafından ibaretti. İzmirliler çareyi İstanbul’a gitmekte buluyordu. Esnaf da malını İstanbul’dan getirmekteydi. Avrupa kapısı da artık kapanmıştı.
Böylece İzmirli tüccar, esnaf babası, kodaman memurlar, sayılan pek fazla olmayan doktor, avukat ve mühendis gibi gözde kişiler bir ayağı İstanbul’da yaşarlardı yirmili ve otuzlu senelerde. Hastalık nedenleri, çeyizleri, çeşitli okullar, pek çoğunun akrabalan, daha modem yaşama tutkuları ve hovardalık arzulan İzmirlileri İstanbul’a taşırdı. Bütün bu nedenlerle yollara koyulanlar tek çare olarak denize açılırlardı ya İzmir’den ya da Bandırma’dan. Bu yolculuklar çok kere ailece olurdu ve ne anılar bıraktı, ah ne anılar, o günleri yaşayanlara…
Bu deniz anılannda, benim neslim için en eskileri, yirmili yıllann Seyr-ü Sefain İdaresi’ne ait iki bacalı dört direkli unutulmaz Gülcemal ve iki bacalı iki direkli Gülnihal vapurlarıdır. Kısa bir süre de meşhur Naim Palas’ın sahibi Naim Bey’in oğlu Adnan’ın adını verdiği Adnan vapuru çalışmıştı.
Gülcemal, İzmir-İstanbul arasında sefer yapardı. Vapurun itibarı çoktu. Mutfağı, servisi tam anlamı ile Avrupai olduğu söylenirdi. Gemide çok kere küçük bir orkestra bulunurdu. Geminin İzmir’de yattığı geceler orkestranın Karşıyaka Halkevi’nde de çaldığı olurdu. Bazen piyano ve keman İkilisi yolculara müzikli saatler yaşatırdı. Gülcemal’in Amerika’ya giden ilk Türk gemisi olduğunu da duymuştum. İzmirlilerin tanıdığı meşhur süvari Aziz Derya da Amerika yolculuğunda ikinci kaptanmış. Aziz Derya sonraları birinci İzmir vapuruna da süvari olmuştu. Gülcemal’den sonra sefere giren İzmir vapuru İzmirlilerin gözdesiydi. Otuzlu yıllarda denizlerin prensesi olmuştu. Aziz Kaptanın masasına oturmak bayağı bir payeydi. Eldivenli kamarotlann servisleri, fraklı şeflerin nezareti, tantanalı mutfağı ile garp aleminin âlâsıdır diye ünlenmişti. Pire ve İskenderiye’ye de sefer yapardı otuzlarda.
İzmir vapuru anılan tazelenirken Haydar ile Hamdi’yi hatırlamamak ne mümkün. Evvelleri sert kamarot olan Haydar sonraları gemi katibi olarak çok ünlenmişti. Görevini büyük bir titizlikle yapardı. İzmirli ailelerin sevgisini kazanmıştı.
Kamaraların dağıtımında, seçiminde Haydar rolünü oynar, itibarlı kişilere, kodamanlara aranılan kamaraları denk getirirdi. Hatta bir sefer sonrası için kamara ayırtmaya gelen müdebbir kişileri de hoşnut ederdi. Bazı gedikli ailelerin küçük kurye hizmetlerini de hallederdi. Tabidir ki, Haydar’ın cebine çaktırmadan usulü ile, helalinden iyice bir bahşiş yerleştirilirdi.
Bir de kamarot Hamdi vardı. Aziz kaptanın kamarotu olarak tanınmıştı. Hamdi, süvarinin seçkin yolcularla genişletilmiş masasına özenle hizmet ederdi. Aynca kaptanın özel kamarasının hizmetleri de onun göreviydi. Aradan pek çok seneler geçmişti. Gelibolu’daki borçlu askerlik kampından fıraren İzmir’e geliyordum. Gelibolu’da bindiğim gemide Hamdi gemi katibiydi. Tabidir ki, Gelibolu – İzmir arasında el üstünde bir yolculuk yapmıştım. Sonraları da Haydarın ve Hamdi’nin yeni açılan otellerde metrdotel olduklarını duymuştum.
Şefik kaptan da Aziz kaptandan sonra ikinci namlı kaptanımızdı. Bu iki titiz süvarinin yetiştirdiği gemi katipleri, kamarotlar, hatta ahçıbaşılar sonraları genişleyen Deniz yollan filosunun ve sıra sıra açılmaya başlayan otellerin hizmet ordusunun belkemiğini oluşturmuştur.
Anılarını naklettiğim Aziz Derya, ünlü denizci ve devlet adamı Rauf Orbay’ın yeğenidir. Kardeşi Makbule hanım (Makbuş) İzmir’in eskilerdeki renkli simalarından Apti Derbi’nin eşidir.
İzmir vapuru da Cumhuriyet, Ankara, Tan, Ege gibi Nemçe gemilerindendi. Nemçe çöken Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na verilen ad idi. Triyeste limanına bağlı ticaret filoları Birinci Cihan Harbinden sonra satılmış. Genç cumhuriyetimiz bu fırsattan faydalanarak deniz yollarımızın nüvesini bu Nemçe gemileri ile kurmuştu. Bu sayede Karadeniz, Ege ve Akdeniz’de genç Cumhuriyetin gemileri bayrağımızı dolaştırmaya başlamıştı. Bu kabotaj hakkına geçişin uygulaması olmuştu.
Gülnihal vapuru ise Bandırma-İstanbul seferini yapardı. Bandırma yolu da İzmirlilerin ikinci tercihiydi. Daha ucuza patladığı için özel müdavimleri vardı. Bilhassa İstanbul’da okuyan öğrenciler Bandırma yolu ile giderlerdi. Ben de senelerce o yolu teptim, ama artık Gülnihal yoktu, Ertriisk’ler filan devreye girmişti. Adnan vaparunun da çok gerilerde, Bandırma’ya çalıştığını hatırlıyorum. İzmir’den kalkan vapurlarda kamaralar birinci ve ikinci mevkiydi. Bazılarında üçüncü mevki olduğu gibi lüks kamaralar da bulunurdu.
Eski vapurlarda bir de güverte yolcusu vardı. Güverte yolcuları üst salonların pencerelerinden veya promönat güvertelerinden seyrederdik. Yatak, yorgan güverteye yayılırlar, yemek pişirenler, salıncaklı beşik kuranlar, ud nağmeleri, mandolinler, şarkılar, gazeller ve bazen naralar ve hatta kavgalar gözlerimin önündedir. Hele yaz günü yağan beklenmedik yağmurlar hepimizi üzüntüye sevkederdi. Bir çare bulunsun diye süvariye, ikinci kaptana yalvarıp yakaran hanımları çok iyi hatırlanm. Emirler yağdırılır, büyük brandalar, tenteler çıkar, mümkün olduğu kadar gerilir, güverteye çatı kurulurdu.
Sonralan güverte yerine ambarlarda tertibat alınmaya başlandı. Bir vesile ile bir defa ambarda bir yolcu aramıştım. Kapalı ambarın kokusu tahammül edilir gibi değildi. Ambar sınıfı yolculuk kısa bir süre sonra da kalkmıştı.
Yirmili otuzlu senelerdeki vapur sefaları kırkların sonuna kadar değişikliklerle sürmüştü. Vapurlar sanki haberleşmiş de gelinmiş gibi eş ve dostla dolardı, düğün demek olunurdu. Zaten nüfus ne kadardı İzmir’de, Eşrefpaşa’dan Bostanlı’ya 120-150 bin kadardı. Yemek salonları neşe ile çınlar, tavla, kağıt oyunlan ve bilhassa İzmirlilerin oyunudur diye laflanan bezik masalarının etrafı seyirci ile dolardı. Usta oyunculan seyretmenin zevkine de Kamaraların dağıtımında, seçiminde Haydar rolünü oynar, itibarlı kişilere, kodamanlara aranılan kamaraları denk getirirdi. Usta oyunculan seyretmenin zevkine doyulmazdı. Bazı seferlerdeki danslı geceleri de hatırlarım. Ne günlerdi onlar. Hele istiraddan sonra dostluk ve beraberlikle kaynaşmış günler.
İzmirliler, İzmirli her fırsatta bu beraberliği tatmak isterdi sanki. Yerli Mallar Sergileri, 9 Eylül Panayırları, İzmir Fuarlarına coşkun rağbet bundan değilmiydi. Ve bu birlik ve coşku, İzmirli İzmir’de azınlığa düşene kadar sürdü.
Vapurlar, Kalede göründükten sonra kılavuz ve acente gemiye alınırdı. Bunun için merdiven iner sonra yan çekilirdi. Mendireğe yaklaşınca da karantina çatanası yaklaşır, merdiven tekrar iner ve karantinacı çıkardı. Artık manevraya başlama zamanıdır. Süvari, diğer kaptanlar, küçük zabitler yerlerindedir. Gemiler süzülerekten mendirekten girerler. Şanslı iseler önleri açık, yerleri rahat manevraya müsaittir.
Kılavuz süvarinin dibinde durur. Komutlar verilir, bazen megafonlardan da duyurulurdu. Bazen çatanalar baştan, kıçtan hafifçe dokunur, manevrayı kolaylaştuırdı. Gemi yerine yaklaşır, derken ustalıkla dönüş başlar, nefesler kesilir, çarkın sesi duyulur, ileriye sonra sağa veya sola, gemi fırıldak gibidir bazen suyun üstünde, bir daha sola ve geriye derken vapur kıçtan karaya yaklaşır. Küçük, yayvan bir çatana yaklaşır. Komutlar verilir, kıçtan küçük halat sarkıtılır. Çatana onu alıp sahilde bekleyen halatçıya verir, ince halat çekilir, kalın halat gelir ve rıhtım babalarına geçirilirdi.
Genelde iki halatla bağlanırdı gemiler. Sonra demir atılır ve san karantina bayrağı direğe çekilirdi. Artık iş gemi marangozundadır. Nedense bu görev gemi marangozunundur ve düdükler ötünce merdivenleri o indirirdi. Düdük sesi ile pasaport gümrük iskelesinden sandallar da yolcu karşılayanlan hamilen gemiye doğru çala kürek açılırlardı. Sandallar merdiven dibinde sıraya girer, yolcular sallanan merdivenden o devrin garip denkleri, sandıkvari veya körüklü bavullan ile binbir cambazlıkla sandallara atlarlardı.
Yolcular beraberinde İzmir’de pek bulunmayan İstanbul mahsullerini getirirlerdi. Mevsimine göre uzun özel sepetler içinde Arnavutköy çilekleri, Yedikule marul demetleri, Bayrampaşa veya Pendik enginar fileleri, hatta ve hatta kokuları eşyalara bulaşmasm diye beyaz torbalara konmuş çirozlar da elden ele dolaşır, sandallarda yerlerini bulurdu.
Denizlerin kabarık olduğu aylarda merdivenlerden inmek maharet işi idi. Çoğunluğu adalı olan sandalcılar yolcuları adeta havada kaparaktan sandallara alırlardı. Ne de heyecanlı olurdu bilseniz. Derken bu sandal işi kalktı. Gemiler kıçtan bağlandıktan sonra yanlarına şatlar çekilir, seyyar iskeleler oluşturulurdu. Gidişlerde yolcuyu alıp merdiven yarıya çekildikten sonra şatları çatanalar uzaklaştırır, gemiler manevralarını yaparlar ve mendirekten çıkarlardı.
1939 yılında Almanya’ya sipariş edilen gemiler sefere girmişti. Tırhan ve Kadeş İzmir’e çalışmaya başlamıştı. Daha küçükleri, Etrüsk ve diğerleri Bandırma’ya, Gelibolu’ya ve tâli limanlara verilmişlerdi. Bu gemilerin Türkiye’ye gelmelerini takipeden aylarda harp patlamıştı. Gemilerin en büyüğü, galiba adı da Doğu olacaktı, Bremen’de alıkonmuş, Türkiye’ye teslim edilmemişti. Tıpkı birinci harbin patlaması ile bedellerini peşin aldığı halde İngiltere’nin Osmanlı Devletine teslim etmediği harp gemileri gibi.
Evet, İzmir’den İstanbul’a gitmek böyle olurdu. Kimi için bayağı bir külfet, bazılan içinse geriye anılar bırakacak uzun yolculuklardı. Ben hâlâ Ege’nin, Marmara’nın sularını, havasını, rüzgarını, yıldızlarını, vapurlarla yarış eden yunuslarını arıyorum. Hey gidi hey, ne yolculuklardı onlar.
İZMİR‘İN VE KARŞIYAKA‘NIN DOKTOR AMCALARI VE AĞABEYLERİ
Devire göre çok hekimli sayılabilecek bir aileden gelmekteyim. Dedem Vali Dr. Reşit Bey listesinin başında gelmektedir. Sonra amcam ve iki eniştem ve benim yetişemediğim diğer iki eniştem ile amcamın oğlu hekimler kadromuzu oluşturmuştur. O devirde sınırlı olan cemiyet hayatında doktorlar daima ön plana çıkmışlardır, ilişkilerimiz nedeniyle çocukluk ve onu takip eden yıllar yaşamımın doktorlu yıllarıdır diyebilirim.
Yirmili ve otuzlu yıllar diye (hatta otuzlu yılların ilk yarısı demek istiyorum) sınırlarsam, kimler vardı Karşıyaka’da hemen dibimizde ve diğer tarafta, İzmir’de, hatırlamaya çalıştım. Ne de iyi etmişim kafama takmakla! Neler hatırladım, ne isimler, ne olaylar, canlı canlı anılarımda dolaştılar. Çoğu ile adeta konuştum. Eski dostlarıma telefonlar ettim, onların da anılarını sordum. Bir süre öğünleri yaşadık. Başuçlanmızda bekleyenleri, kardeşimi, ablamı, beni iyileştirmek için çırpınanları, sabahlayanları, imkansızlıklarla mücadele edenleri, bana ilk nasihatları verenleri hep andım ve de göz yaşlarımı tutamadım. Nur içinde yatsınlar.
Karşıyaka‘nın Doktorları
Eski devir dediğim yirmili, otuzlu senelerde aile doktoru kavramı kökleşmişti. Üç eczacı ile bir avuç doktor Karşıyakalıların sağlığı için didinirlerdi. Hatıralarımdaki ilk doktor ilişkisi amcam Dr.Vasfı Muşkara iledir. Vasfı Bey’i, o devrin hekimlik çabalarını aksettirmek için etraflıca anlatacağım. Amcam emekli bir askeri başhekimdi. 1912-13 senelerinde İzmir’e gelmiş olmalılar. Ailemiz İstanbul Beşiktaş kökenlidir. Beşiktaş’a da Muşkara’dan (Nevşehir’in eski ismi) göçmüşler.
O devirde İzmir’in bir avuç Türk asıllı hekimlerindendi. Karantina Askeri Hastanesi Başhekimliği görevinde iken Yemen Gezici Hastane Birliği Kumandanlığı’nda bulunup tekrar İzmir’deki görevine iade edilmiş ve harbin bitmesiyle de emekli olmuş. Sonraları Fransız Kasaba tren hattının başhekimi olarak doktorluğa devam etmiş. Fransız hattı devletleştirilince de T.C.D.D.Y. Bandırma hattı başhekimi olmuş. İkinci emekliliğine kadar bu görevi sürdürdü. Memur doktordu ve muayenehanesi yoktu. Karşıyaka’nın eş dost ailelerine meccanen hasta bakmaya giderdi. Karşıyaka’nın bilinen en eski Türk doktorlarındandır.
Amcamın özel bir vagonu vardı. Vagon, hatırladığıma göre çarşamba sabahları Basmane’den katara takılı olarak yola çıkar ve Bandırma’ya kadar istasyonlarda personelin (bu arada diğer memurların ve dostlarının) sağlık şikayetlerini dinlerdi, özel vagonda bir pansuman bölmesi de vardı. Baktığı hastalara reçetelerini yazdığı gibi seyyar eczanesinden de mümkün olduğu kadar ilaç verirdi.
Vagon ertesi gün Bandırma’dan geriye dönerdi ve gene hastalara her istasyonda bakmaya devam ederdi. O senelerde trenler istasyonda su alma, yük alıp verme sebepleriyle bayağı uzun duraklarlardı. Kasaba hattı, Fransız şirketinin koyduğu hat boyu sağlık hizmetini T.C.D.D.Y. uzun seneler devam ettirmiştir. Bazı seferlerde istasyonlarda çok fazla birikim olduğunda amcama annemin ve yengemin de hemşire gibi yardım ettiklerini hatırlarım. O seneleri 1927-34 arası olarak tahmin ediyorum.
İstanbul yolculuklarımız çoğunlukla Bandıma yolundan yapılırdı ve Bandırma’ya kadar amcamın vagonunda misafir bölümünde kalınırdı. Amcam biletlerimizi kapıya iliştirirdi (herhalde beleş olmadığını etrafa anlatmak için yapardı).
Amcam Vasfı Bey’den sonra Abbas amca (Dr. Abbas Sarı) aklıma gelir. Babama büyük saygısı vardı. 1911-12 senelerinde Abbas amcanın babası ve diğer aile büyükleri babam vasıtasıyla İttihat ve Terakki ile ilişki kurmuşlar bilahare mahalli kongrelerle İstiklal Savaşı’na katkılarda bulunmuşlardı. Bunları seneler sonra babamdan duydum.
Karşıyaka’nın en eski hekimlerinden hükümet tabibi Dr.Hamdi Bey vardı. Yaşlı bir zat idi. Sonra yerine Bambino Süleyman’nın sert bir zat olan babası Mahmut Şevket Bey atanmıştı. Saint Polycarp Fransız İlkokulunun arkasındaki bahçeli evde otururdu. Karşıyaka’nın tek cerrahı da Dr.Adil Bey’di. Tıknaz orta boylu neşeli bir zat olarak hatırlarım. Kardeşim Celasin’in evde top oynarken yırtılan kolunu da dikmişti.
Abbas amca ile beraber Saada teyzeyi de eşdeğerde tanırım. Dr. Saada Kâatçı İzmir’in ve Karşıyaka’nın tanınmış Şeşbeş ailesi ile de ilişkiliydi. Saada teyze nâzik bir hekimdi ve gücü yetene kadar Karşıyaka’ya sağlık bekçiliği yaptı. Hatırladığıma göre o sıralarda çipçip İbrahim’in (futbolcu, KSK ve GS’li) ve Umran’ın babası Dr. Süleyman Bey (Tuster) ile Karşıyaka’ya hizmet veren hekimlerin listesi bu yedi isimle tamamlanmış oluyordu. Lebid Yurtoğlu da kırklardan evvel başlamış olabilir.
Türkiye’de Cumhuriyetin ilanına kadar başka kadın doktor yoktur. Ancak Safiye Ali’den sonra İsviçre’de, Ingiltere’de, Almanya ve Fransa’da tıp tahsili yapan bir kaç Türk kızı bulunmaktadır. Kurtuluş Savaşı sırasında İzmirli’lerin İsviçre’de okuttukları Suat ve Saada Hanımlar’la ,Almanya’da tıp eğitiminde bulunan Namiye Hanım ve çocuk hastalıkları uzmanı Semiramis Hanımı hatırlamak gerekir.
Bunlardan Saada Emin Hanım, Cenevre Tıp Fakültesi’ni başarıyla ikmal eden ilk Türk kadınıdır. İç Hastalıkları Uzmanı olan Dr. Saada Kâatçılar, daha sonra İzmir’de politika hayatına yönelmiş ve il genel meclisi üyesiyken tek parti döneminde Manisa’dan milletvekili seçilmiştir.
Uzun zamanlar Karşıyaka’nın tek diş hekimi Dr. Kenan Çelebi idi. İki, üç de diplomasız fakat o devirdeki usûl ile bröveli dişçimiz vardı. Dr. Kenan Çelebi’nin eşi Bihter hanım namlı bir piyanistti. İzmir’de klasik batı müziği topluluğu kurma hareketlerindeki öncülerdendi.
Meşhur diş hekimleri Mehmet Ali (Sürer) ile Ali Halim (Bayer) Beyler de Karşıyakalıdır, fakat muayenehaneleri İzmir Beyler Sokağındaydı.
Yirmili otuzlu yıllarda Karşıyaka’da üç eczane vardı. Esat Bey’in, Ömer Bey’in (Saydam), Ferah Eczanesi, Mithat Bey’in eczaneleri ilk yardım işleri de yaparlardı. İğne, pansuman gibi hizmetleri de verirlerdi. Bu değerli eczacılar Karşıyakalıların sağlık danışmanlığı görevini de meccanen üstlenmişlerdi.
Yirmili ve otuzlu senelerin ilk yansına kadar geçen dönemde İzmir’in tümünde acaba kaç hekim vardı. Bilge Umar’ın verdiği bilgiye göre yüz yılın dönümünde İzmir’de yedi Türk hekimi varmış. İlerleyen seneler de İzmirliler hızlı bir metamorfoza itilmiş. Hekimlik, mühendislik, hukuk alanlarında hızlı hamlelere geçmiş. İzmir’in istirdadını takip eden yıllarda anık Türk hekimleri kadrolaşmaya başlamışlardı ve çok ünlü ve nâzik hekimler yetişmişti.
İlk hekimler kimlerdi? Bunu doktor arkadaşlarımız araştırsınlar. Yirmili, otuzlu yıllar, da bize ailece çok yakın dostlarımız ve aile ilişkilerimiz sebebi ile adeta İzmir’in Tabibler Odası içinde yaşıyor gibiydik. Bu ilk cefakar, yokluklar içinde İzmir’in sağlığı için çırpınan gece gündüz evlere koşan, ayakta galoşlar, elde çanta, başta şemsiye yağmurda yürüyen, soğukta üşüyen bu doktorlar elbette İzmir’in sosyal hayatının da baştacı idiler. Hatırlayabildiklerimi sıralıyorum.
- Çocuk Doktoru Behçet Salih Bey (Uz) (ilk hekimim)
Memleket Hastanesi başhekimi Nisaiyeci Hasan Bey (Başkan)
Operatör Ali Rıza Bey
Nisaiyeci Tahsin Bey
Gözcü Mithat Bey
Dahiliyeci Lütfü Sabri Bey
Çocuk doktoru Ali Agah Bey
Sinirci Muhittin Bey
Büyük isim Mustafa Bey (Mustafabey Caddesi)
Eniştem Nisaiyeci Kâmuran Kenan Örs
Musevi hastanesi Hekimi Operatör Osman Bey (bizim sünnetlerimizi yapmıştı)
Kulakçı Sami Bey
Kulakçı İsmail Vasıf Bey
Bevliyeci Bayraklılı Reşat (Toktay)
Operatör Dr.Adil Bir
Dr. Abdi Muhtar
Dr. Abbas Sarı (Karşıyakalı)
Dr. Saada Hanım (Karşıyakalı)
Dr. Mahmut Şevket Bey (Karşıyaka Hükümet tabibi)
Operatör Dr. Adil Bey (Karşıyakalı)
Dr. Hamit Bey (Hükümet tabibi Karşıyakalı)
Süleyman Bey (Tusder, Karşıyakalı)
Dr. Vasfı Bey, amcam, 1938 de emekli olarak vefat etti. (Karşıyakalı)
Bir de ünlü bakteryolog Karşıyakalı Dr. Memduh Bey (Say) vardı. (Dr. Sebip Say’ın babası) Memduh Bey usta bir ressammış da. Dr. Şakir Çobanlı fakir dostu adını hatırlayamadığım musevi bir doktor.
Dostum Halim Şima’nın hatırlattığı eski hekimler ile listemizi zenginleştiriyorum;
- Dahiliyeci Dr. Osman Nuri Bey
Dr. Hüseyin Hulki Cura
Operatör Dr. Rıfat Bey
Dahiliyeci Dr. Ekrem Hayri Bey (aile dostumuz)
Dr. Mustafa Sakarya
Dr. Amado
Dr. Zibil
Nisaiyeci Dr. Ali Karal
Eşim Gülen’den de hatırlatmalar var, nasıl da unutmuşum:
Operatör Dr. Esat Cimcoz, Alsancak sıhhat evi sahibi.
Memleket Hastanesinde dahiliyeci Dr. Hüseyin Bey. Sonraları İstanbul’a tayin oldu.
Eski cildiyecilerden Lütfü Rahmi Bey. Bir süre Karşıyaka’da oturdu.
Karşıyaka’nın hekimlerinden Dr. Fikret Tahsin Bey’in kardeşi Dr. Kemal Tahsin Bey’i de hatırlattılar. Dr. Kemal Tahsin Bey 1938 de vefat etmiş. Karşıyaka’da Dr. Abbas Sarı’dan sonra otomobilli ikinci hekimmiş.
İzmir’in otuzlu yılların namlı dişçileri Dr. Zeki Kadri ve Dr. Saffettin Beyleri de çok iyi hatırlarım. Saffettin Bey sonraları işini İstanbul’a nakletmiş ve Dr. Safi Edin ünvanı ile meşhur olmuştu.
Hatırlayabildiklerim bu kadar. Yaş akranlarımdan da katkı göremedim diyebilirim. Bu listeye yazmam gereken fakat isimlerini hatırlayamadığım iki emektar hekim daha var. Hep beraber bu kırk hekimin hemen hepsi teker teker gözümün önündedir. Bazı dostlarımı, senelerini tereddüd ettiğimden yazmadım. Mesela Ali Kürşat, mesela Mustafa Usmen, mesela Halis Temel. Onları daha genç hatırlıyorum. Fakat bu isimler elli olamaz, belki muhitimin dışındakilerle kırkbeşe ulaşır. Sene 1993 ve İzmir Etibba Odası’na kayıtlı sayılan 4100’ü geçen hekim var. Şapkamı çıkartıyorum, arslanlar arslanı kırk hekim amcama, ağabeyime.
İZMİR’İN MİMAR AĞABEYLERİ VE MÜHENDİS AMCALARI
İzmir, 15 Mayıs 1919, sabah saat 8.00. Evvela bir kurşun sesi, ilk kurşun… Ve Ege köpürüyor, sanki kabına sığamıyor. Kılıçları uçurtuyor, topları gürletiyorlar… Gürler zaferin teranesiyle coşkun sesi bir topun derinden derinden diyorlar ve bize zaferi getiriyorlar, hediye ediyorlar.
Sonra! Fessiz ve sarıksız bağırıyoruz hep beraber, ben de vardım bu kez: Çıktık açık alınla, on yılda her savaştan ve eğilin gökler dedik bulutlar kat kat oldu.
Sonra! İşte bu günlere geldik, el ele, hep beraber ve ne de çabuk geldik, hem de anlaşmış bir kütle olarak.
Yüzyılın dönüşü ile İzmir’de kaç Türk mimar ve mühendis vardı, kaç doktor ve eczacı. Bilge Umar’ın bir kitabına göre yüzyılın başı İzmir’de 88 azınlığa karşı 7 Türk doktoru, 43 azınlığa karşı bir Türk eczacı varmış. Bir dostum da asrın başında İzmir’de tek bir Türk mimarı vardı demişti. Bir insanın hayat süreci kadar kısa zaman geçti zafer şarkılarından beri.
Düşünüyorum, nerelerden nerelere geldik diye. 1934 yılbaşı gecesi alışıla geldiği gibi evimizde aile toplantısı ve eğlence vardı. Bu aylarca evvelinde hayal ettiğimiz bir geceydi ve anneminde yaş günü idi. O sene babam bir misafir getirmişti. Kafkasya’dan dostu olan İttihatçı bir ailenin oğlu, elektrik mühendisi Civanşir Bey.
Civanşir Bey smokin giymiş, saygılı, zarif bir gençti. Ankara’da oturuyor ve devlette bir vazifesi varmış. Annemin bir sorusu üzerine Ankara’da Nâfıa Vekaleti’nde yedi mühendis olduğunu ve kendisi ile beraber iki elektrik mühendisi bulunduğunu söylemişti.
Otuzların sonunda, kırklı yıllara girildiğinde İzmir’de kaç mühendis ve mimar vardı. Hafızamı zorladım, pek bir yere erişemedim. Sonra büyüğüm olan arkadaşlarıma sordum onlar da zorlandılar. İsim bulmak iş oldu, doğrumuydu, bu kadar azmiydi. Hatırama da önce Belçika Elektrik Şirketi’nin mühendisleri (sonraları Eshot’a aktarıldılar) Sırrı Bey jlc gözlüklü Mehmet Bey, Galatasaraylı Fahrettin Resmor vardı. Sırrı Bey ve gözlüklü Mehmet Bey (sadece gözlüklü dendiği de olurdu) ile sonraları meslektaş olmuş, müteahhidlik hayatımın başlarında onlardan çok yerinde bilgiler ve yol gösteriler almışımdır.
Eskiler dediğimiz üstatlarımız makinacı pirimiz Fahrettin Aral (babamın da dostu), Anadolu Gazetesi sahibi Haydar Rüştü Bey’in damadı elektrik mühendisi Orhan Bey (Baykent), o sıralarda devreye giren ve bir süre Şark Sanayi Fabrikası’nda da bulunan ve bilahare Belediyeye de intisab eden Yahya Yardaş. Bir de sonraları tanıdığım, Yün Mensucat’ın mühendisi, makinacı sakallı Lükyanovski yirmili, otuzlu yılların elektrik ve makina mühendisleridir.
Unuttuklarım ve tanıyamadıklarım ile beraber yirmili, otuzlu yıllarda elektrik ve makina mühendislerinin sayılarının 10 – 12 ile sınırlı kaldığını görüyorum.
Şimdi İzmir Makina Mühendisleri Odası’na 2.500, Elektrik Mühendisleri Odası’na kayıtlı 1.016 mühendis var (1992). Otuzların 10-12 sine karşın 3.516 mühendislik bir potansiyel oluşmuş.
İzmir Nâfıa Müdürlüğü’nün (Bayındırlık Müdürlüğü) 1950 kadrosunda bir yüksek inşaat mühendisi müdürümüz Şükrü Bey, bir elektrik yüksek mühendisi ben, bir yüksek makina mühendisi Aytekin Kentli, iki inşaat yüksek teknikeri ve bir de ressam vardı. 1951 senesi başlarında bir mimar ve bir inşaat mühendisi kadroya girmişti. Hepsi bundan ibaretti. 1951 senesinde İzmir Vilayeti Nafıa Müdürlüğün’de görev yapan mimar, inşaat, makina ve elektrik mühendislerinin toplamı yedi kişiydik.
Yirmili ve otuzlu yılların hatıralarda kalan mimar ve inşaatçıları da pek azdır. Alp Türksoy ve Rıza Aşkın’ın yardımları ile ondokuz isim hatırlayabildik. Bunlardan beş mimar ve mühendisin isimlerini daha evvel duymamıştım.
- Mimarlar İnşaat Mühendisleri
Necmettin Emre Ömer Lütfü Akad
Ferruh Orel Muammer Tansu
Kemal Tetik Aziz Arsev
Tahsin Sermet Emin İplikçi
Melih Pekel Ragıp Burat
Fuat Tanla Lütfü Çizgenakad
Armao Cahit Çeçen
Monceri Behçet Üstay
Kemalettin Bey Hurşit Bey ilyef ve babası
Yirmili ve otuzlu yıllarda İzmir’e hizmet veren mimar ve mühendislerden hatırlanabilenler 19 kişi. Bu en çok 25 olabilir.
1993 senesinde İzmir Mimarlar Odası’na kayıtlı 2.500 mimar var, İnşaat Mühendisleri odasına kayıtlı ise 6.500 mühendis. 1930’ların 20’sine karşıt 1993 yılında odalara kayıtlı 9.000 profesyonel inşaatçı var toplam. Geniş ölçüde düşündüğümde 1930’ların toplamı en çok 35 mimar ve çeşitli dallardan mühendisine karşıt bugün odalara kayıtlı en az 12.500 mimar ve çeşitli daldan mühendis İzmir iline hizmet veriyor. Nereden nereye geldik. 35 teknik adama karşıt 12.500. Elliüç senede 350 kat artmış. Ne büyük bir yol almışız.
Yakışmıyor dostlarım koca koca adamlara, Cumhuriyetleri birlemeye, ikilemeye ve hele Atatürk’e şaşı bakmaya, bu hesaplar varken, hiç mi hiç yakışmıyor.
YİRMİLİ VE OTUZLU YILLARDA KARŞIYAKA’NIN OKULLARI
Yirmili otuzlu yıllarda Karşıyaka derli toplu, yaşaması çok rahat, insanları kaynaşmış, biraz kozmopolit, dağı, yaylası, ovası ve tadına doyulmaz denizi ile bütünleşmiş şirin bir parçasıydı İzmir’in.
İzmir o dönemde yaralarını sarmaktaydı, değişik bir İzmir idi. Konuşurken İzmir deyince, denizden bakıldığında, Alsancak’tan Konak’a ve uzantısı Karataş ile gerilerinde kalan Basmane, Eski İzmir ve tepeleri saran mahalleler gelirdi akla. Bundan başka, etrafı ile bir Göztepe, sonra Bornova, Buca ve bir de Karşıyaka vardı. Bunlar ayrı ayrı ayakta dururlardı neredeyse.
Karşıyaka’dan çarşıya, sinemaya gitmek için vapura binildiğinde, olaya İzmir’e gidiyor diye bakılırdı. Karşı taraftan alınan mal için de İzmir’den almış denilirdi. Bundan evvelki yıllarda Karşıyaka belediye olmuştu. Fikri Bey de (Fahrettin Altay Paşa’nın biraderi) belediye başkanıymış. İşte bu Karşıyakamızın bir özelliği de kültür seviyesinin yüksek düzeyde bulunmasıydı.
Karşıyaka’nın yirmili ve otuzlu yıllardaki nüfusu çeşitli hesap ve yorumlara tabi tutulmuştur. Karşıyaka’nın sınırları da bu hesaplarda ihtilaflıdır. Papaz (Bostanlı), Alaybey, Naldöken, Soğukkuyu, Dedebaşı, Hacı Hüseyinler arasındaki bölge büyütülmüş, Karşıyaka olarak kabul edildiğinde, yirmi ve otuzlu yıllardaki ortalama nüfusun 8-12 bin arasında olduğu mütalea edilmekteydi.
Elektrik şirketi Karşıyaka’ya İzmir ceryanını sağlamak için yeni tesisatı döşerken (1934 olmalı) mühendisleri Sırrı Bey babama Karşıyaka’nın nüfusunu 8 bin olarak olarak kabul ettiklerini söylediğini hatırlarım.
Sekiz, onbin nüfuslu bir nahiye olan Karşıyaka’da o dönemde onbir eğitim müessesesi vardır. Her bin kişiye bir kuruluş demekti bu.
Türk ilkokulları:
Türk Birliği, Cumhuriyet ve Ankara İlkokulları. Sonraları Soğukkuyu’da Fevzipaşa’da açılmıştı.
Fransızca eğitim yapan ilkokullar:
Alaybey’de Soeur’ler okulu. Kilise sokağında (1728) Ekek Saint Polycar Frere’ler okulu.
Türkçe eğitim yapan ortaokul:
Karşıyaka Ortaokulu (erkek öğrencilere)
Fransızca eğitim yapan kız ortaokulu:
Dames de Sions Fransız Kız Ortaokulu
Karşıyaka Kız Muallim Mektebi
Özürlü çocuk ve gençler için:
Karşıyaka Sağırlar, Dilsiz ve Körler Okulu
Sosyal yardım okulu:
Karşıyaka Kimsesiz Çocuklar Yuvası
Sanatla ilgili olarak:
Karşıyaka Kız Yurdu, Biçki, Dikiş, Nakış Özel Okulu (İstasyonun arkasında)
Levantenler otuzlu yıllarda İzmir’den göçü hızlandırdılar. Maarif de dinsel orijinli yabancı okulların denetimini arttırmış ve zorunlu Türkçe derslerin müeyyidesini yakından izlemeye başlamıştı. Yabancı okullara dış yardım azalınca bu müesseseler kapanmaya başlamıştı. Hatırladığıma göre evvela Bornova’daki Dame de Sion Fransız Lisesi, sonra Alaybey Soeur’ler muhtelit Fransız ilkokulu, bilahare Saint Polycar Fransız erkek ilkokulu ard arda kapandı. Son olarak da Karşıyaka Dame de Sions Kız Ortaokulu eğitimi durdurdu. Sonraları bu okul Karşıyaka Ortaokuluna şube olarak tahsis edildi.
Alaybey Soeur’ler okuluna 1928 senesinde enfantine (yuva) sınıfına gitmeye başlamıştım. Dört ay sonra okulda bitlenince geri alındım. Ertesi sene gene gönderilmiştim. Bir süre sonra, gidip gelme zorluğu sebebi ile devam ettirilmedim. O okulda Türk talebe çok azdı. Cezmi Zallak, Bambino Süleyman, Münci ve Osman Kapanileri (galiba) hatırlarım. Sırada yanımda Lilian isminde bir kız otururdu.
Benim gibi o da beş, altı yaşlarında olmalıydı. Uzun bukleleri ve örgüleri olan bir kızdı. Lilian’nın bir derdi olmalı ki Soeur’lere ikide bir uçkurunu gevşettirir veya sıkıştırtırdı. Sonraları günde bir kaç kez bu görevi ben yapar olmuştum. Sonra bir gün Lilian’ın artık gelmeyeceğini öğrendik. Aradan 3-4 sene geçmişti. O sıralarda Bayraklı’ya babamın fabrikasına sık sık tren ile giderdik. Bir gün Turan İstasyonunda pencereden bakarken Lilian’ı gördüm ve seslendim. O da bana seslendi ve kalkan trenin arkasından bir süre koşmuştu. Ben de durmadan Lilian diye bağırıyordum. Bu halim uzun süre evde alay konusu olmuştu. Fakat ben günlerce o rastlantıyı düşünüp durmuştum. Şimdi bile tatlı tatlı anıyorum. Lilian benim ilk hissi bağım olmalıydı.
Alaybey’deki okulda Tevfık Karadavut da vardı. Tevfık benden iki yaş büyüktü. Onunla son senelerde konuşurken Alaybey Soeur’ler okulu dile gelmişti. Tevfık orada 34 sene okuduğundan pek çok detayları bana hatırlattı. Bize yemekhanede hizmet eden uzun boylu hemşire Soeur Alonisa imiş.
Kısa boylu tombiş bir Soeur vardı. Derslere yardım eder, çıkarken kapıda dururdu. Tevfık hatırlıyordu, adı Soeur Mari imiş. Okulda org ve piyano vardı. Onları da Soeur Condite çalarmış. Bir de Soeur olmayan sivil hanım vardı. Onu sonraları Karşıyaka’dan da hatırlarım. Adı Matmazel Fortuna imiş, gene Tevfık hatırladı.
SEVGİLİ ÖĞRETMENLERİM
10 Ekim 1992
İki hafta sonra yetmiş yaşımı dolduruyorum. Yetmiş senelik bir ömrü sürdürmüşüm. Yetmiş sene ilerlemiş ülkelerde yaş ortalaması olduğuna göre belki daha da yaşayabilirim. Vasiyet yazmak için zaman gelmişmidir, bunu bile henüz düşünmedim. Yetmiş sene yaşadım da ne yaptım. Bir aydır zaman zaman ne yaptımları, ne gördümleri düşünüyorum. Yaşadığım yerler, beraberliklerim, dostlarım, ailem, hocalarım, büyüklerim, mutlu günlerim, ne kadar da renkli ve canlı canlı geçiyor gözlerimin önünden.
Tekrar tekrar yaşıyorum anılarımı. Yetmiş seneyi dolu dolu yaşadım sayılır. Ah be keşke şöyle olsaydı diye içten bir ezikliğimi hatırlamıyorum. Yetmiş senelik yaşamımı hızlı çekimle seyredersem, şikayetsiz, epeyce renkli, zaman zaman hareketli, sıhhatli, oradan buradan esen sevgi rüzgarlarıyla dolu ve herşey olağan, sanki kurulmuş ve planlanmış gibi yasamışım. Babam rahat bir yaşamı sağlayacak kadar kazanmıştı.
Rahat yaşam telakkisini veya göreneğini, babam Balkanlarda gördüğü, yaşadığı ve hep anlattığı Manastır, Üsküp, Selanik’teki Avrupai yaşam tarzından etkilenerek benimsemiş ve o hayatı yaşar olmuştu. Günü gelince de bu yaşam tarzını kendi yetenekleri ile ailesine uygulamış. Babamın bize sunduğu rahat hayat o sıralarda toplumda zengin yaşamı olarak tanımlanırdı. Gözümüzün ve ufkumuzun genişliğini arttırmak için annemizin ve babamızın çabalan çok büyüktür. Aslında ortada çaba da yoktu, bir yaşam tarzı vardı.
Biz hiç bir zaman zenginleşmeden, zengin hayatı yaşamanın rahatlığını hissettik. Uyumlu, ilerici bir yaşamı bütün incelikleri ile kabullenmiş, peçeyi, çarşafı, şapkayı kıyafet inkılâbından evvel tartışmış ve Avrupai giyinmiş, hayat boyu milliyetçi, vatanperver ve sorumluluk dolu bir yaşamı sürdürmüş olan ailem benim mutluluğumun temelini oluşturmuştur. Bu inancımda en küçük bir pürüz bir acaba bulamıyorum. Mutluluk temelleri atılmış bu binanın mimarları da tereddütsüz hemen hepsini sık sık andığım, sevgi dolu yaklaşımlarını unutamadığım öğretmenlerim olmuştur.
Yetmiş yıllık yaşamımın özetine mutluluk dolu yıllar diyorum. Ailemde başlayan mutluluk izlenimlerini hayatımın önemli bir bölümünü dolduran okullarımla ve öğretmenlerimle sorunsuz ve şikayetsiz olarak tamamladım.
Bana hep vermişler ve bana mutlu bir hayat yaşatmışlar. Senelerle sanki el ele vermişler ve benim için mutluluk senaryoları hazırlamışlar. Ben kimlere ne kadar da çok borçlanmıştım. Böyle bir borç ödenebilir mi. Gerçekten ve samimiyetle düşündüm, bu borç nasıl ödenir diye ve bazen de ödedim mi acaba borçlarımı onlara diye. Ve düşüncelere dalıp durdum, evet ödedim diye sonucu bulana kadar.
Yetmiş yaşını veya altmışını veya her hangi bir yaşı dolduran bir kişi ben mutlu bir hayat yaşadım diyebiliyorsa, bu mutluluğun bir kaynağı olduğunu bilmelidir. Kendi kendini yetiştiren bir kişi ya okuluna ya da devletine borçludur. Bu hesabı yapmak daima mümkündür ve yapılması da gerekir.
Benim ilk borcum tereddütsüz ailemedir. Mutlu bir yaşam için düşünebilecek bir ortamda dünyaya gelmişim. Ailemi daima uyum içinde gördüm. Annem ile babamın yaş farkları evlatları tedirgin edecek hiç bir sorun yaratmamıştı. Annemiz ile babamızın birbirlerine yüksek sesle hitaplarına bile şahit olmadık.
Aile hayatımızda zaman içinde gelişmeler olmuş, kira evinden bahçeli evimize geçmiş, hizmet kadrosu büyümüş, evde yenilikler olmuş, okullar, eve gelen hocalar, piknikler, seyahatler, ve misafirlerle dolan odalarımızla hareketli bir hayatı pürüzsüz yürütmüşüz. Her hamle, her değişiklik, her yenilik planlanmışcasına ailemizce halledilmiş, bunu hep böyle gördük.
Onbeş senelik beraberlikten sonra annem ile babam ayrıldılar. Bu ayrılığın ev yaşamımızdaki tek değişikliği annemizin İzmir’i terk etmesi olmuştur. Her ikisi de bu ayrılığın çocuklar üzerinde üzücü izler bırakmamasına itina göstermişlerdi. Biz bu ayrılığı buruklukla karşılamıştık. O sıralar daha evvelleri, yakınlarımızın arasında pek çok boşanmalar olmuştu. Özbakırlar gibi. Demek bu bir tür yaşam tarzıydı, hayatın akış şekliydi, o kadar!
Babam düzenli hayatımızı devam ettirdi. O günlerden vefatına kadar bir tek kez babamdan annemizi küçümseyecek bir söz duymadık bu ayrılıktan sonra. Annemizle ilişkilerimiz, buruk kalmakla beraber hiç kesilmedi ve annemizden de babamız için ciddi bir şikayet sözü işitmedik.
Alışıla gelen mutlu hayatımızı devam ettirebilmemiz için annemizin eksikliğini tamamlayacak her hangi bir arayışa girmedik. Bu çok büyük olayda aile çocuklarının mutluluğunu sarsmamaya özen göstermişti. Böylesine sağlam bir ailemiz vardı ve bu hep böyle sürüp gitti.
Düşündükçe yetmiş senenin anıları canlanıyor. Anılarım hep pınl pırıl, güzellik dolu, yirmili, otuzlu, kırklı senelerdeki aile hayatımız, olaylar, sıcak ilişkiler ve en renklileri okullarını ve hocalarım. Okul hayatıma, o devre göre çok küçük yaşta başlamıştım. 1928 senesinde Karşıyaka Alaybey’deki Fransız Soeur’ler okulunun enfantine (yuva) sınıfına verildim.
Okulun yöneticileri ve hocaları büyük çoğunlukla Katolik Soeur’lerdi. 1928 ve 1929 senelerinde üçer beşer aylık sürelerle bu okula gittim. Okulda cezaya kaldırıldığımı, azarlandığımı, büyük çocuklar tarafından tartaklandığımı hatırlamıyorum. Beş altı yaşlarındaki bu ilkokul anılarım, Soeur’lerle aramdaki sımsıcak ilişkilerimdi.
Pek çok olayları dün yaşamış gibi tatlı tatlı hatırlıyorum. Okul hayatım büyük bir sevgi ile başlamış ve mutlu bir yaşamın temellerini pekiştirmişti. Onlara, o okuldaki rahibelere borçlu olduğumu hep hissederim. Onlar bizlere, az konuşarak, çok sıcak ve zarif hareketleriyle, okula ve öğretmenlere sevgi ve saygıyı öğrettiler. Orada ilk arkadaşlık denemelerimi yaptım. Coşarcasına oynamakla beraber ilk disiplin mefhumlarını orada yaşadım. Alaybey okulunda sevildim, evdeki mutluluğumu orada da sürdürdüm. Acaba onlara borcumu ödedim mi?
Okula ilk gittiğim gün babam ve amcamla beraberdik. Babamın ve amcanım Soeur directrice’e gösterdikleri saygı okula devam ettiğim sürece belki beni etkilemiştir. Belki ailemin saygıdeğer bulduğu Soeur’lerin etrafa yaydıkları sevgi beni onlara bağlamıştı. Soeur’lere borcumu sonraki okullarımda başarılı olarak ve mutluluğumu sürdürmekle ödemedim mi? Sevgili Soeur’lerimin dualarıyladır sonra süre gelen okul başarılarım ve mutluluğum belki de. Öylesine bir bağ oluşmuştu ki, adeta nefesimizi sayarlardı. Nur içinde yatsın bu ilk öğretmenlerim.
Alaybey’deki okul bir basamaktı ailem için. 1929 senesinde İstanbul’da Galatasaray’da yatılı olarak ilkokula başladım. Galatasaray dört dayımın okulu idi ve ailede bir anane oluşmuştu. Okul numaram da büyük dayımın numarasıydı. Galatasaray’da da, çoğunluğu Ortaköy’de üç mutlu sene geçirdim. Evden uzak, İstanbul’da leyli hayatımı sürdürmem aileme de zor geldiğinden mektepten alındım.
Karşıyaka’daki Türk Birliği İlkokulunun dördüncü sınıfına yazdırıldım. Okulumun adını ne de çok sevmiştim. Galatasaray’daki üç senenin toplu resimlerine baktıkça arkadaşlarımı ve hocalarımı hatırlarım, okul anılarım, piknikler, Beyoğlu’nda geçen bir kaç aylık dönem, Ahmet ağanın paydos tamburu, büyüklerin temsilleri, hepsi değişik anılarla dolu filmler gibi gözlerimin önünden geçer.
Ne anılar, neler neler. Ortaköy’de sıcak gecelerde okulun önünden geçen sandallardan yayılan şarkılar, ud sesleri. Adalardan bir yar gelir bizlere ve biz Çamlıca’nın üç gülüyüz, aşk bahçesinin bülbülüyüz nağmeleri ne de güzel boğazın sularını yalayıp yatakhane penceremizden bizlere ulaşırdı.
Türk Birliği tahsil hayatımın temel taşını oluşturmuştur diye düşünürüm. Bende ben olarak oluşanlar Türk Birliği ile ortaokulda gelişmiştir. Lise ve sonrası hayatın beylik fakat sorumlu ve başarılı devamından ibarettir diye değerlendiririm. Türk Birliği’nde edindiğim arkadaşlarımızın bazıları ile hayat yolunda zaman zaman omuz omuza yürüdük. Türk Birliği’ndeki hocalarım, müdürümüz, okulun yeri, okula gelip giderken yaz kış yürüdüğümüz uzun yollar, oyunlarımız ve aldığım güzel karneler mutluluğumun tatlı izleridir.
İlkokulu bitirdiğimde, Galatasaray’a ve Türk Birliği’ne, bana cömertçe verdiklerinden ne kadar borçlandığımı idrak edemezdim. Şimdi yetmiş yılın muhasebesini yaparken bu borçlarımın bilinci içindeyim. Sınıf öğretmenimiz Halide hanım, müdürümüz Danış Bey sevgileri, ciddiyetleri, bilgileri ve toleranslan ile kendime bir yol çizmeme yardımcı olmuşlardı.
Ailemiz ile okulumuz bütünleşmişti. Sonraları kardeşim de Türk Birliği’ne nakledilmişti. Evdeki bazı kabahatlerimiz gıyabımızda babamız tarafından Danış Bey’e getirilmişti. Danış Bey’den çekinir ve korkardık. Onun nasihatleri ve konuşması, ailemiz ile yüz göz olmadan, sert havalar estirmeden, kabahatlerimizi tekrarlanmayacak kaza haline getirmişti.
Ve derken, büyük bir gururla ortaokula başlamıştım. Reşadiye civarında olan okulumuz kısa bir süre sonra evimize çok yakın olan eskilerden kalma bir köşke taşınmıştı. Pek çok alışkanlıklarım, okuma sevgim, hikaye gibi yazılar yazabilme melekem, aile görgümüzü aşan boyutlarda klasik müzikle sevişmem, daha derin arkadaşlık bağları kurabilmem Karşıyaka Ortaokulunda edindiğim hasletlerim, yaşamımın değişmeyen huyları olmuştur.
Hayat Bilgisi öğretmenimiz Osman Bey’in derslerine olan ilgim ve Osman Bey in bana gösterdiği sevgi, çalışmalarını takdirle karşılaması, inanıyorum ki meslek seçmemde etkili olmuştur. Gittikçe artan kitap okuma sevgimi de ailemle beraber tarih ve Türkçe hocalarımdan almışımdır. Ortaokulu bitirdiğimde, kardeşimle müşterek kalabalık ve intizamlı bir kitaplığımız oluşmuştu. Bu kitaplık sonra büyüyerek hep devam etti.
Türk Birliği tahsil hayatımın temel taşını oluşturmuştur. Pek çok iyi alışkanlıktan orada edindim, çok borçlandım. Karşıyaka Ortaokulu ise hayat yolumu aydınlatan ilk ışığı yakmıştır diyebilirim inanarak. Ortaokulda kurduğum dostluklar, geriye kalanlarla hâlâ süre gelmektedir. Okumak, kitaplarla içiçe olmak alışkanlığımı orada kazandım. Türünü seçmek sizin okuma sevgisi, mutluluk içinde akıp gelen yaşamımın bir parçası olmuştur.
Gene düşünüyorum ve kendi kendime soruyorum. Ortaokuluma borçlarımı ödedim mi? Bu borç nasıl ödenir? Alaybey’deki Soeur’ler, Galatasaray, Türk Birliği ve Karşıyaka Ortaokulu benim hamurumu oluşturdular. Bu hamur yoğrulurken ailem de onlarla bütünleşti. Ve şekillendirilmiş bu mutlu varlığı güvençle liseye yolladılar. Ailem, okulum, hocalarım ve arkadaşlarım, hep bu dörtgen içinde hayatımı, mutluluk yolumu döşemeyi sürdürmüşüm.
Artık lisedeyim, çalışıyorum ve gözde öğrenciyim. Ailemle sorunum yok. Sıhhatliyim ve mutluyum. Şimdi yetmiş yılın muhasebesini yaparken inanıyorum ki ben eski borçlarımı daha o vakit ödemeye başlamıştım. Alaybey’de ilkokulumdaki Soeur Marie, Galatasaray’da Yaşar Bey, Türk Birliği’nde Halide hanım veya Danış Bey, ortaokulda Osman Bey veya Talat Bey haklarını helâl etmişlerdir.
Hayat merdivenlerinde rastladığım hocalarımın yüzlerinde bu helâli hep okudum. Okudukça da mutluluğum sürdü gitti. Bu süre içinde hiç azar, fiske ve caza görmedim. Çünkü okuduğum her kademeye beni bir evvelki okulum eğiterek teslim etmişti.
Orta mektebi bitirdiğimizde ne de uzun bir ömür sürdürmüştük! Sanki bir asır bir kaç seneye sığdırılmıştı. Neler olmamıştı, Onuncu yıl marşı ile, ayyıldızlı bayrağın sıcaklığı ile, Mustafa Kemal ile, Atatürk ile, İstiklal Harbinin her safhasının hikayeleri ile, harf inkılâbı ile, peçelerin, çarşafın, fesin yok olması ile, tasarruf haftaları, yerli mallar haftası ile, Türkçe ezan ile, beş mayıs talebe bayramları ile, okul temsilleri ile, coşku dolu yeni bir Türkiye’nin içindeydik. Kolay mıydı, bütün bunları yaşamıştık, hem de hissederek, sindirerek yaşamıştık o bir kaç sene içinde.
Beraberce söylenen şarkılarımız vardı. Bu şarkıları öğretirken, Cumhuriyetin, yeni Türkiye’nin bir avuç öncü öğretmenleri bize vatan sevgisini, bayrağı, faziletli yaşamı, haysiyetli, sevecen ve dürüst olmayı sanki şarkıların içine, Türkçe dersine, jimnastiğe, tarihe karıştırmışlardı. Bütün bunlar evlerimizde, ailelerimizle de bütünleşmişti.
Ne de güzel bağırıyorduk:
Yaslı gittim şen geldim,
Aç koynunu ben geldim.
Bana bir yudum su ver,
Çok uzak yoldan geldim.
Ve sonra:
Eğilin gökler dedim,
Bulutlar kat kat oldu.
Bir yudum suyu, hasreti, eğilen gökleri görüyorduk.
Hele hele:
Türkler bugün cumhuriyet temeli kurdular.
O temelin çamurunu Kan ile yoğurdular Kutlu olsun ey millet
Varlık bayramımız bugün Tarihte yoktur böyle gün En büyük bayram bugün
Karanlıktan kurtulduk biz Aydınlık Atamız
Cumhuriyet, bayrak, karanlıktan kurtuluş ne güzel bir sentez oluşturuyordu ve öğretmenlerimiz ne muazzam bir kıvançla bunları anlatıyordu daha yirmili yıllarda:
Gürler zaferin teranesiyle Coşkun sesi bir topun Derinden derinden
Derken o topların sesini duyardım. İstanbul’da Dolmabahçe’den gelen askerler uygun adımla Akaretler yokuşunu çıkıp Maçka’ya giderken topçu marşım söylerlerdi, devam ederlerdi:
Binler yaşa topçu heybetinle Arslan kesilir cihan içinde Bilir ki bu kainatta herkes Türkün sesidir bu gürleyen ses ve sonra o gün geldi, on yıl geçtikten sonra o coşku dolu gün. Hepimiz, büyük, küçük eserimizle öğündük. On yıllık didinmede biz de vardık, ben de vardım. Babam evimizi bayraklarla, renkli ışıklarla donatmıştı. Bayraklı’daki fabrikanın bacasından aşağıya kırmızı bantlar, bayraklar, ışık huzmeleri süzülüyordu. Bütün Karşıyaka şenlik içindeydi. Saatler süresince fişekler, çarkıfelekler, maytaplar daha niceleri bitmedi bir türlü. O akşam evimizde hatırladığım en büyük aile toplantısı yapılmıştı. Ne büyük mutluluktu.
Türk Birliğinde öğrenmiştik onuncu yıl marşını. Halide hoca hanımın piyano da çalardı:
Çıktık açık alınla On yılda her savaştan Demir ağlarla ördük Anayurdu dört baştan…
Biz buna inanıyorduk, evimizde de inanıyorlardı, ben bu inancın gururundaydım. Yetmiş yılımı bitirirken bu anıları ne de canlı hatırlayabiliyorum. Hâlâ aynı gururu duyuyorum, hâlâ o gece yapılan eğlence, fırlatılan havai fişekler, çarkıfeleklerin ışıkları bahçenin iki köşesinde hâlâ dönüyorlar. Gazi Mustafa Kemal sanki bizimle beraberdi. O günün her hangi bir kutlamanın ötesinde olduğunu anlatan, benim idrakimle, benliğimle birleşmesini yaratan güç Danış Bey’demiydi, Halide hoca hanımdamıydı, yoksa daha Ortaköy’deki Fethi Bey’de mi, ya da Yaşar Bey’demiydi? Yoksa her şeyden üstün vatandır ve sonra fazilettir, faziletsiz yaşamak vatansız yaşamak gibidir diyen babamdamıydı? Belki de hayat boyu, vatan sevgisi dolu o yoldaki mücadelenin içinde yoğrulmuş, bayrağımızın aşığı annemde miydi?
Ben o mutluluğu kime borçluydum? Ve o borcumu ödedim mi?
Yirmili seneler hâlâ kulaklarımdadır evdeki konuşmalar. Şimdileri şakaya alınan, tekerleme edilen Vatan, Millet, Sakarya sözleri o devirde, ve ben daha Alaybey’de Soeur’lere giderken bile ciddi ciddi konuşulurdu. Şakaya alınan tarafı yoktu. Sanki hâlâ Yunan’ın, İngiliz’in, Moskof un nefesi enselerdeydi.
Unutulur mu, vatanın kurtuluşu ile coşmuş öğretmenlerin, babaların, annelerin anlattıkları o günlerde. Her nasihat, her görev vatana hizmet, vatanı, milleti yüceltmek içindi. Nur içinde yatsın bize bu öğütü verenler.
DEVAM EDECEK…
İzmir ve Karşıyaka Anıları – Turan MUŞKARA 3.Bölüm